Haşir Bahsinde, on iki hakikat Allah’ın fiilleri ile isimleri arasındaki ilişkileri anlatır. Fiillerle isimler arasındaki ilişkileri örnekler, sonra örnekler ile dünyadaki uygulamalar arasındaki zıtlıkları gösterir. Zıtlıklardan fiil ve isimlerin mutlak gereğine gider ve ahiretin varlığını mantıklı hale getirir. Ahirete giden iki kapı yani bab, haşmet kapısı ve sermediyet kapısıdır. Bu iki kapı Celil ismi ile Baki isminin açtığı iki kapı ve ahirete giden iki yoldur. Ahireti zaruri kılar. İsmin açtığı kapıdan ahirete götürür, aklı ve mantığı kabule hazırlar.
Bahsin ilk cümleleri haşmeti anlatır. Gözlemlere dayanan bir haşmettir. Kişinin kendini kuşatan bir büyüklükler zinciri karşısında küçüklüğünü hissetmesi... Gökyüzünün, yıldızların, tabiatın, güneşin büyüklüğü insanı kuşatır, insan onları haşmet ile niteler. Onlar Allah’ın Celal’inin görüntüleridir. O büyüklükler bir başka büyüklüklerinin yansımalarıdır.
“Hiç mümkün müdür ki, bütün mevcudatı güneşlerden, ağaçlardan zerrelere kadar emirber nefer hükmünde teshir ve idare eden bir haşmet-i Rububiyet…”
Öyle bir kelime kullanmış ki durumu en iyi ifade ediyor. Kelime seçimi en büyük edebiyat sanatıdır. Emirber nefer ellerini önüne bağlayıp başı önünde verilecek emri bekleyen demektir. Bütün herşey işte öyle başları önlerinde, elleri bağlı bir büyük haşmetin emrini bekler gibi duruyor. Sadece şu kelimenin seçimine bravo. Onun için insan namazda başı önünde elleri bağlı secdeye kapanıyor. Allah’ım, düşününce seçilen kelimeyi ve ifade edilen hali çıldırtır insanı. Musikişinaslar sesi duyunca, ressamlar rengi görünce, seven sevgiliyi görünce çıldırır. Yavuz’un haşmetini gören cariye hemen oracıkta düşer ölür. Peygamberimiz (asm) miraçta göreceklerine tahammül etsin diye birkaç kere melekler tarafından göğsü yarılıp voltajı yükseltilir. Cebraili gören Peygamber (asm) hızla eve döner ve yere yatar. “Ört üstümü Aişe” der. Cebrail’in bir kanadı bütün gökyüzünü kaplıyor, işte o azamet, haşmet. Yatıp kalkmak nerede, azameti duyarak hissederek yatıp kalkmak nerede? Ne olacak benim halim? Yattın-kalktın, yattın-kalktın bitince kalkıp kaçtın. “Duymayan kalpten sana sığınırım” demiş Allah Resülü.
"Şu misafirhane-i dünyada muvakkat bir hayat geçiren perişan fâniler üstünde dursun; sermedî, bâki bir daire-i haşmet ve ebedî, âli bir medâr-ı rububiyeti icad etmesin?"
Yukarıda anlatılan haşmet, azamet ve onların kainata ve tabiata yansımaları… Bu kadar büyük bir haşmet, bu haşmetin odağında bulunan insanı ki “misafirhane-yi dünyada muvakkat bir hayat geçiren perişan faniler”dir, bu haşmet kabirde sona ermez öyle ise arkası var. Bu haşmet bu fani dünyada böyle tecelli ederse ebedi bir hayatta çok daha azametli ve haşmetli bir şekilde tecelli edecektir. İşte haşmet, saltanat ile ahiretin bağlantısı. Bu azamet ile kabir arasındaki dengesizlik ahiretin varlığını ortaya koyuyor.
Bu yüzden “sermedî, bâki bir daire-i haşmet ve ebedî, âli bir medâr-ı rububiyeti icad etmesin.” Buradaki haşmet dairesi sermedi, sürekli değil sona eriyor. Buradaki Rububiyet yansıyıp geçiyor ama orada ebedi ve ali bir medar-ı Rububiyet olacak. Güneş, ay, yıldızlar ve müzeyyen tabiat orada kimbilir ebedi olunca nasıl olacaklar. Dünyadaki gibi değil elbette. Bu yüzden Resullullah (asm) “ne göz görmüş, ne kalb-i beşere hutur etmiş” diyor.
Haşmet anlatımı devam ediyor.
“Evet şu kainatta görünen mevsimlerin değişmesi gibi, haşmetli icraat…”
Koca dünyayı güneşin etrafında direksiz döndürmek, sonra güneş ile münasebetinden tedricen dört mevsimi icad etmek, ihtiyaçlarımızı bedenimizin ve dünyanın fiziksel yapısı ile bağlantılı yaratmak, bunu kainat kurulduktan beri sürekli yapmak, bu ne haşmetli icraat. Allahu Ekber o haşmetli icraatın perde arkasındaki yaratıcıya eğilmek ve kapanmak.
“…ve seyyaratın tayyare misal hareketleri gibi azametli harekat.”
Uluhiyetin sanatının eğitimi… Gezegenler tayyare gibi hareket ediyor, bu da azametli harekat. Bunları topluma açmak gerekirken anlamayı bile sorun haline getirirsek bu toplum bu hakikatlere nasıl ulaşacak? Birbirimizle uğraşıyoruz onlarca yıldır. Bu hakikatleri dert etmek gerekirken, bir adamın arkasından gitmek onun hamulesindeki hakikati değil, onun neden olduğu menfaati takib etmektir.
“… ve arzı insana beşik, güneşi halka lamba yapmak gibi, dehşetli teshirat…”
Yine haşmet ve dehşeti anlatıyor. Koca arzı bir beşiğe benzetiyor, beşiğin her tarafı mama şişeleri ile doludur. Bu arz beşiğinin her hanı da insana hizmet eden ilahi konserveler ve canlı gıda paketleri ile dolu. Nasıl okumuş. Koca güneşi lamba yapmak. Bunlar da düşününce insana dehşet veren hakikatler. Koca dünya bir beşik, koca güneş bir lamba. Ev ile lamba arasında uyum var, koca dünyaya güneş gibi bir lamba.
“… ve ölmüş, kurumuş küre-yi arzı diriltmek ve süslendirmek gibi geniş tahvilat…”
Ülfet belalı bir şey. Bir ay içinde çıplak tabiat yemyeşil hale geldi, dirildi ve süslendi. Dirilme ve süslenme nasıl büyük bir keyfiyet. Her gün içinden geçip gittiğimiz tabiattaki sessiz kibar değişim, hem evimizi diriltiyor hem de süslüyor. Süs kelimesinden Kur’an çok yerde bahsediyor. Bediüzzaman onu bir estetik fenomen olarak almış.
***
Yine zevrak-ı derûnum kırılıp kenâre düştü
Dayanır mı şîşedir bu reh-i seng-sâre düştü
O zamân ki bezm-i cânda bölüşüldü kâle-i kâm
Bize hisse-i mahabbet dil-i pâre pâre düştü
Gehî zîr-i serde desti geh ayağı koltuğunda
Düşe kalka haste-i gam der-i lûtf-ı yâre düştü
Erişip bahâra bülbül yenilendi sohbet-i gül
Yine nevbet-i tahammül dil-i bî-karâre düştü
Meh-i burc-ı ârızında gönül oldu hâle mâ`il
Bana kendi tâli`imden bu siyeh sitâre düştü
Süzülüp o çeşm-i âhû dedi zevk-i vasla yâ hû
Bu değildi niyyetim bu yolum intizâre düştü
Reh-i Mevlevîde Gâlib bu sıfatla kaldı hayrân
Kimi terk-i nâm u şâne kimi it`ibare düştü
Şeyh Galib
Şeyh Galip padişahların önünde diz çöktüğü himmet istediği o büyük veli, tarık-ı tasavvuftaki başarısızlığını bu şiiri ile anlatıyor. Çok uzun yaşamamış, Cenab-ı Mevlananın yolunda rehi Mevlevi de hayran kalmış yani şaşırmış, yolunu yitirmiş. O şaşkın şaşkın iken kimileri de nam ve şanı terk etti, kimisi de itibar arayışına yöneldi. Ama o şaşkın da kalsa bir yolda şaşkın, ya öbürleri?
***
“Böyle bir saltanat-ı Rububiyet kendine layık bir raiyyet ister ve şayetse bir mazhar ister.”
Terbiye faaliyetiyle onun mazharları yani aynaları arasındaki uygunsuzluk ahireti gerektiriyor. Koca kainattaki bütün bu faaliyetlerin sonu kabrin çukuru, perişanlık. İlla oradan bu Rububiyet faaliyetine uygun bir devamlılık olacak.
“Halbuki, görüyorsun, mahiyetçe en cami' ve mühim raiyeti ve bendeleri, şu misafirhane-i dünyada, perişan bir surette, muvakkaten toplanmışlar. Misafirhane ise, hergün dolar, boşalır. Hem bütün raiyet, tecrübe-i hizmet için şu meydan-ı imtihanda muvakkaten bulunuyorlar. Meydan ise her saat tebeddül eder.”
Ziya Paşa şöyle diyor;
Seyretti hava üzre denir taht-ı Süleyman
O saltanatın yeller eser şimdi yerinde.
“Hem bütün o raiyet, Sâni-i Zülcelâlin kıymettar ihsânâtının nümunelerini ve harika san'at antikalarını çarşı-yı âlem sergilerinde, ticaret nazarında temâşâ etmek için, şu teşhirgâhta birkaç dakika durup seyrediyorlar…”
Sanatlarını teşhirgahta temaşa ediyorlar ama sadece birkaç dakika. Bu kadar büyük bir saltanat ve rububiyet sürekli seyredilen ve temaşa edilen bir büyük mekan ister, o da ahirettir.
“Sonra kayboluyorlar. Şu meşher ise her dakika tahavvül ediyor. Giden gelmez, gelen gider. İşte bu hal ve şu vaziyet kat'î gösteriyor ki, şu misafirhane ve şu meydan ve şu meşherlerin arkasında, o sermedî saltanata medar ve mazhar olacak daimî saraylar, müstemir meskenler, şu dünyada gördüğümüz nümunelerin ve suretlerin en halis ve en yüksek asıllarıyla dolu bağ ve hazineleri vardır. Demek, burada çabalamak onlar içindir. Şurada çalıştırır, orada ücret verir. Herkesin istidadına göre—eğer kaybetmezse—orada bir saadeti vardır. Evet, öyle sermedî bir saltanat, muhaldir ki, şu fâniler ve zâil zeliller üstünde dursun.”
Sermedi saltanat, daima saraylar, müstemir meskenler, nümunelerin ve suretlerin en halis ve en yüksek asıllarıyla dolu bağ ve hazineler… Halbuki buradaki saltanat süreksiz, geçici. Saraylar daimi, meskenler tahrib olmayan sürekli yani müstemir, buradakilerin en halis ve yüksek asıllarıyla dolu bağ ve hazineler. Bunlardan istidlalle burada anlaşılmaz, gidersek görürüz. Edebiyatla dinin sanatlı bağını Osmanlı kurmuş ama biz darmadağın etmişiz, yerine kuru, doğurmayan bir dil ve kültür dünyası kalmış.