Durup dururken oturduğunuz yerden sizi kaldırmak isteyene “niçin?” sorusunu sorarak, kaldırma nedenini öğrenmek istersiniz herhalde. Muhatap olduğunuz bu isteğin birçok duygularınızı depreştireceği açık olmakla, burada önemli olanın, basit de olsa yapacağınız hareketin hangi amaca yönelik ve anlamını bilme hakkınızın olduğudur.
İnsana belki de en ağır gelen şey, başlanan ya da üstlenilen bir işin amacının ve anlamının bilinmezliğidir. Sıradan olan işlerden tutun en hayatî olaylara kadar her şeyde anlam ve amaç son derece önemlidir.
Hayatı sorgulamak sadedinde “insanın dünyaya geliş amacı nedir?” ve “eşyanın hakikati, amaç ve anlamı nedir?” gibi temel sorular dinlerin, özellikle Kur’an’ın üzerinde durduğu ve kesin çözüm getirdiği ve ancak felsefenin ise çok zorlandığı, çoğunlukla altından çıkamadığı sorular.
Bu yazıda, Batı düşüncesinin dev adamları tarafından “hayatın anlamı”nın nasıl irdelendiği üzerinde az da olsa durulacak.
Batı’da “hayatın anlamı”nı sıradan insanlar değil belki, ama büyük kafalar tarafından çok detaylı bir şekilde ele alınmıştır. Çoğu bu konuda çok yorulmuş, çok acılar çekmiş, çok iniş çıkışlar yaşamış; pek azı ise uzun bir didinmeden sonra kesin bir sonuca varabilmiştir.
Batı düşüncesine göre anlamsızlık, her düşünürü derinden meşgul etmiştir; çoğunun da huzurunu bozmuş, dünyasını zehir etmiştir. Hayatı uzun bir süre allak bulak olan, acılar çeken biridir Leo Tolstoy. Ruhî bunalımlarını, nedenlerini bilemediği acılarını ve bu yüzden çektiği işkencelerini “İtiraflarım” adlı eserinde, hiç çekinmeden, gelecek kuşaklara aktaran bu büyük düşünürden daha çok anlamsızlıkla uğraşıp da ıstırabını çeken biri çıkmamıştır desek abartı olmaz.
Tolstoy, hiç unutamadığı ve ona oldukça acı veren hayatının bir kesitini, “ Beş yıl önce bir zihinsel durum başladı bende. Sanki nasıl yaşayacağımı, ne yapacağımı bilmiyormuşum gibi şaşkınlık ve tıkanma anları yaşadım. Bu hayat tıkanmaları kendimi hep aynı soruyla sundu bana: ‘Neden?’ ve ‘Niçin?’ Bu sorular gittikçe artan bir ısrarla cevap istediler ve tek tek noktalar gibi bir araya gelerek kara bir leke halini aldılar.” diye tasvir ederek, çektiği sıkıntıların bir özetini veriyor. Bu küçük hayat kesitiyle yaptığı şey, kendi deyimiyle “hayat tutulmaları” sırasında hayatını sorgulaması, her şeyde bir anlam arayışına girişmesidir aslında. Bu görkemli evren karşısında, bir o kadar görkemli ve akıl almaz yaratılış sanatı olan kendisinin pek de sorumsuz olamayacağının sorgulamasını yapmıştır. Elindekini, çiftliğini, aşklarını, karşılaştığı düşmanlıkları, çektiklerini ve gelecek hayatını, her şeyin bir sonrasını sorgulamıştır. Kendi değerleriyle çevresinde olup biteni karşılaştırarak, nasıl bir geleceğin kendisini beklediğini ve bunun beklentileriyle örtüşüp örtüşmediğini düşünmüştür. Öylesine ki, bir dehadan fışkıran yazarlığını bile, “Diyelim ki, Gogol, Puşkin, Shakespeare, Moliere’den daha büyük ünlü oldum. Sonra ne olacak?” diye sorguladığında, kendi kendine nasıl bir cevap vereceğinin şaşkınlığını da çok derinlerde yaşamıştır.
Anlam arayışını daha ilerilere taşıyarak, “Beni bekleyen kaçınılmaz ölümle yıkıma uğramayacak herhangi bir anlam var mı hayatta?” diyerek de, hem ölümü ve hem de ölümden ötesini kurcalamıştır. Onun hayatı bu anlamda irdelemesinin altında dünya ve içindekinin kendini doyuma ulaştıramamış olmasının yattığı ise kesin. Kendinin ve dünyanın bir anlamı yoksa, yani anlamsızlık her varlığın üzerine büyük bir belirsizlik olarak çökmüşse, Tolstoy’un hareketli, hareketli olduğu kadar acılı hayatının da bir anlamının kalmaması kadar doğal ne olabilir?
Batı düşüncesinde “anlamsızlık” ın acısını çekenlerden biri de, “Hayatları yaşamaya değmediği için ölen birçok insan gördüm. Buradan, hayatın anlamının bütün sorular içinde en acılı olduğu sonucunu çıkarıyorum,” diyen Albert Camus’tur. Camus, insan-kâinat ilişkisinden söz ederken “saçma” deyimini kullanmaktan çekinmemiştir. O bir nihilisttir zaten.
Batı’nın ünlü düşünürlerinden olan Jean Paul Sartre, dünyanın ve insanın yaratılışında anlam ve amaç noktasında çok daha katıdır ve çağdaşlarına göre çok şeyin anlamsızlığına inanmaktadır. Özetle, “Bütün var olan şeyler bir neden olmaksızın doğarlar; zayıf bir şekilde yaşamaya devam ederler ve kazara ölürler. Doğuşumuz da anlamsızdır, ölüşümüz de.” demekle, uzlaşmaz bir tutumun içine girerek, çağdaşlarıyla da katı düşüncelerinden ötürü bir anlaşmazlık içindedir. Ama fikirleriyle, -Batı toplumunun karakteristik yapısından olacak- Batı insanını en çok etkileyen yazar olmuştur.
Batı düşüncesinin başını çeken özellikle Camus ve Sartre, aynı zamanda Batı toplumunun büyük kesiminin de klinik sendromunu hazırlamıştır. Batı toplumunda anlamsızlık bir tür hastalık halini almıştır. Nitekim, C. G. Jung da, hayatı tam olarak yaşamayı engellediğinden söz ederek, anlamsızlığın “yalnız bu açıdan bile hastalıkla eşdeğer” olduğunu düşünmekteydi. Başlangıçta nevrozları en çok tetikleyen bu anlam yoksunluğudur işte. Nevroz, bir bakıma anlamını bulamamış olan ruhun acı çekmesidir. V. Frankl ise, daha ileri giderek, “anlam eksikliğinin en büyük varoluşsal stres” olduğu sonucuna varmıştır. Yani ona göre varoluşsal nevroz anlamsızlık kriziyle eşanlamdadır. Ve bu anlamdaki stres, Batı toplumunun karakteristik özelliği olmuştur.
Neden Batı anlamsızlığın girdabında bocalamıştır? Özelikle büyük kafaların yaşadıkları baş döndürücü olayların anlam sırrını çözemediklerinden intiharla hayatlarını noktalamaları neden? Hiç şüphesiz bunun asıl nedeni, tevhit inanışının uzağında olmalarıdır.
Anlamsızlıkla yorgun düşen ve hatta bunalan bu düşünürler, sonunda hayatlarını bir anlama, bir amaca bağlama zorunda kalmaları ise çok düşündürücü.
Bu demektir ki, anlam ve amaç, onların ruh halleriyle örtüştüğü nispetinde kendilerini mutlu edecektir.
Özetle, Tolstoy, insan-kâinat ilişkisinin anlamını, mutluluğu ve rahatı kâinatın tek yaratıcısına bağlanmakta, gerçek dindarlıkta bulmuştur. “İnsanoğlunun yalnızca saçmalığın karşısında ağırbaşlılıkla yaşayarak tam bir kişiliğe ulaşabileceğine” inanan Camus, “İnsan gururunun büyüklüğüne eşdeğer hiçbir şey yoktur ve hor görmeyle aşılamayacak hiçbir kader yoktur” demekle, her ne kadar enaniyetini şişirmiş olsa da, sonunda az da olsa hayatını bir amaca kilitlemeye çalışmış, bir şekilde hayatına anlam kazandırmıştır. Sartre ise, kendisi bizzat söylememiş olsa da, roman kahramanlarına uğrunda yaşanacak ve onunla yaşayacağı bir şey buldurarak, insan hayatının amaçsız olamayacağını göstermiştir.
Aslında hiçbir şey ne amaçsız ne de anlamsızdır. Doğuşumuzun bir anlamı olduğu gibi ölüşümüzün de anlamı vardır. Bahar gibi bir çiçeğin de, kâinat gibi bir zerrenin de amacı vardır. Özellikle insanın amaçsız hayat sürdürmesi bir işkenceden farksızdır. Bu güçlü duyguyu kimi gafletle bastırmış olabilir; ama azıcık düşünenlerin kendilerini aşan bir amaca yönlenmediklerini gördüklerinde ise derinden acı çekmişlerdir. Daha çok Batı dünyasının düşünen kafalarca çekilen bu acı, bir işkenceden farksız olduğu gibi, yaratılışa ters bir tutumun dünyadaki peşin faturasından başka bir şey değildir.
Oysa insanoğlu yüce bir amaç için, ölümden öteye uzanan değerlerle doğmuştur. Sonsuz olan bu duyguları ancak sonsuzlukla doyuma ulaşabilir.