Türkiye, Birinci Dünya Savaşı sonucunda Osmanlı bakiyesi olarak doğdu. Savaş ile birlikte bir kabusa sürüklenirken, cihad ruhunun milyonlarca şehitle masumiyet kazanmış zaferinden ve manevi havasından sonra, İslam’ın ruhunu boğmaya çalışan bir rejim kuruluyordu.
Milletin mazisini ve mukaddesatını sıfırlama çabası güden, dini ve tarihi bağları kesen menhus bir ruhun icra dönemi başlıyordu.
Cephede kazandığımız, düşman istilasından koruduğumuz ve savaştığımız Anadolu topraklarının mukavemeti, gövdenin içine giren kurt sayesinde zayıflamıştı. Düşman gitmiş, ama maneviyatını tahrip eden menhus bir ruh gelmişti.
Zahiren galiptik, esas şimdi taarruza uğruyorduk. Üstadın tesbitiyle “cebr-i keyf-i küfri” bir rejim dişini gösteriyordu, hakimiyet kurmaya çalışıyordu. Maneviyat büyükleri bundan muzdaripti. Medreseler kapanmıştı. Din tedrisatı kaldırılmıştı. Modern eğitimin pozitivist görüşleri, tevhitle çatışır şekilde okullar üzerinden tesis ediliyordu.
Osmanlı çınarının bütün mefahiri ortadan kaldırılıyordu. Camiler, külliyeler ve tarihi mekanların bir kısmı amacı dışında kullanılıyor ve bir kısmı da metruk haldeydi.
Kanaat önderleri, nüfuzlu insanlar ve bunlara rehberlik eden maneviyat büyükleri sürgün ediliyordu.
Komplolar bir birini takip ediyor, her provokasyon birkaç mazlum cana mal oluyordu. İskilipli Atıf Hoca bunlardan biriydi.
Bu derin dalga Bediüzzaman’ı da vurmuştu. O’nu da Van’dan alıp kelepçeyle Burdur’a getirmişlerdi. Kısa bir tarassuttan sonra Burdur’dan uzaklaştırıp etrafı tamamen kapalı, ulaşımı olmayan bir köye sürgün etmişlerdi. Böylece plan işliyordu.
Barla’ya 1926 yılında geldi. Barla ve Isparta’nın manevi inşası da o gün başladı. “Isparta Kahramanları” tabirinin ve takdirini fazlasıyla hak eden o saff-ı evvel mücahidler, o ağabeyler halkası ve alim-fazıl-irfan ehli insanlar Bediüzzaman’a koştular.
Türkiye’nin menhus ruha karşı manevi inşası buradan takdir edilmişti. Kader hükmünü böyle icra etmişti.
Barla’nın dağları, dereleri, ağaçları, yolları, kapalı mekanları, çobanları, yörük efeleri, hafızları, köylüleri, komşuları, civar köy ve kasabaları Türkiye’nin kurtuluş savaşı sonrası manevi kurtuluşu için seferber olmuşlardı.
Çocuk, genç, hanım, yaşlı, hasta demeden herkes bu yeni iman seferine katılmıştı.
Hem de sefer emrini kalbi ve vicdani hazla almışlardı. Sav’da bin kalemle risaleler yazılırken, Kuleönü, Bedre, Atabey.. v.d. boş durmuyordu.
Santral çalışıyordu Sabri ağabeyin şahsında, Gül ve nur fabrikaları Hüsrev ağabey ve Hafız Ali ağabeyle üretime başlamışlardı.
Posta işi Abdullah abi ile yürüyordu.
Zulmün karanlığı arttıkça, nurun inkişafı da Anadolu’da kök salıyordu. Ağabeyler halkası saff-ı evvel hayatı ve korkuyu hiçe sayarcasına bu meydan muharebesinde yerini alıyordu. Bu halka, Hulusi bey gibi komutan ağabeyleri de dahil ediyordu.
İlk çekirdekler Muhacir Hafız Ahmet, Şamlı Hafız Tevfik, Sıddık Süleyman v.d. ile toprağa ekilmişti. Onlar da büyüyen halkadan memnundular.
Kripto çözücüler, muhbirler, dessas ruhlar, kıskançlar ve menhus halin nöbetçi memurları plan üzerine plan, tezgah üzerine tezgah kursalar da, iman nuru kalplerde şuurlu bir dersle makes buluyordu.
Barla, ismini insanlık tarihine geçiriyordu. 20. yüzyılın ilk çeyreği biterken, imanla dirilişi destanlaştıran manevi cihadı müspet hareketle hayata kazandırıyordu.
Barla, bir kürsüydü. Çağın hafızası ve vicdanı insanlığa/ümmete buradan sesleniyordu. Duyanlar bu nura koştu.
Asr-ı saadetin bir provası gibiydi adeta. İman tekniğe meydan okuduğu gibi, cesarette korkakların istibdadına bir tokat gibi iniyordu.
İşte Anadolu ağabeyleri böyle başladı. Erbabı bunu daha iyi yazacaklar. Yazılanlarla birlikte yeniden anılacaklar.
Anadolu ağabeyleri, Risale-i Nur’un saff-ı evvel halkasıdır. Üstaddan beslenmiş, dersinde ve terbiyesinde bizzat bulunmuş, insibağ etmiş ve hizmetin tarz/telakki/metot ve yaşayışını icra etmiş ilk halkalardır.
Sonrasında bu halkaya halka olmuş diğer mümtaz ağabeyleri de sırasıyla anmak gerekir.
Başka bir ifadeyle, Risale Akademi, nur talebelerinin takdir ve hürmetleri ile birlikte topluma dönük, topluma mal olması gereken hizmet şahsiyetleri yönüyle bilinmesini arzuluyor.
Anadolu Erenlerinin yeni temsilcileri olan saff-ı evvel halka ve devamındakiler, Risale-i Nur vasıfları cihetiyle toplumla paylaşılmayı hak ediyorlar.
Bu çabalar bu güne kadar gösterildi. Ağabeylerimiz hakkında yazılanlar, yapılan araştırmalar ve kitaplar bu vefanın çok esaslı birer örneği. Yapılan mevlütler, anma programları ve devam eden faaliyetler hepsi birer model ve örnek mesabesinde.
Halka, topluma anlatılması gereken Nur Talebeliği sıfatının bu öncü kahramanı ağabeyleri, mümkünse belediyelerle birlikte birer panelle anmak, toplumun sivil ve yerel temsili olması açısından önemli.
Risale Akademi’nin bu faaliyeti, dünyayı aydınlatan bu ihlaslı ağabeylerin tesir halkasını arttıracağı gibi toplumun yeni yüzü bu sayede Risale-i Nur’un neşir yıllarına ve inşa modeline daha yakından şahit olacaktır.
Zübeyir, Sungur, Ceylan, Bayram, Tahiri, Abdullah, Said, Mehmet, Hasan Feyzi, Mehmet Feyzi, Refet, Abdülkadir, Hüsnü, Ahmet, Mustafa, Hasan, Bekir, Mehmet Emin ağabeyler ve muhteşem halkanın diğer ağabeylerinin hepsini memleketlerinde birer panelle v.b. nurlu faaliyetlerle anmak, yeni neslin vefa borcudur.
Dünyayı aydınlatan Anadolu Ağabeyleri, sergi, seminer, panel, belgesel, sohbet ve müzakere konusu olduğu akademik zeminlerde, aydınlarımız ve toplumun Risale-i Nur’un meyveleri olan entelektüel ağabeylerin akli ve kalbi melekelerini keşfedeceği ümidindeyiz.