Bu satırlar Anadolu’da bir yerde,gün kızıla dönerken yazıldı.
Sırtımda kalınca bir şal,altımda halis koyun yününden yapılmış bir karış kalın bir minder.
Mevsimlerden yaz,hava hem esintili hem huzurlu.
Şaka gibi gelecek belki ama,az ileride koyunlu-kuzulu bir sürü,teknolojinin eseri olan cep telefonundan yayılan hüzünlü nağmeler eşliğinde ağılına dönüyor.
Bir ince duman süzülmekte yanıbaşımızdaki bahçeden.Belli ki yenge kadın akşam sofrasına yemek hazırlığı telaşında.
Medeniyetle bedeviyet arası tereddütler yaşayan bir garib topluluk,seradan süreyyaya misali,içinde de gel-gitler yaşıyor.
Belki de benim gözlemim bu.
Hissiyatım da öyle.
Demiştim size…
İlk yazım,ilk merhabamda…
Yazılarıma;’sesli düşünce‘ gözüyle bakın diye.
Sesli düşünüyorum ve sizlere sunuyorum.
Babaanne elinde tesbih,başında iki kat beyaz tülbendi,onun da üzerinde sade bir şalı ile,hafif ses tonuyla,biraz mahcup,biraz çekingen,ama daha çok edeb ile muhabbete dahil oluyor.
Gelin anne,telaş,sinir,yorgunluk yükünün ağırlığından olsa gerek,sert ifadesiyle lafa sık sık karışmakta.
Büzgülü eteği,kalın bluzunun üzerine giydiği yeleğiyle tam bir Anadolu emekçisi.
Torun kızımız artık gelinlik çağda.Al yanaklarına güvenmemiş olacak ki,azıcık kalem,biraz ruj ile babaannenin sitemli bakışlarına aldırmadan sundurmanın halılarını yaymakta.
Üç nesil yan yana….bir o kadar da birbirinden uzak…
Geçmiş,gelecek ve bu gün…
Geçmişten geleceğe bir süreklilik olmalı diye biliyordum.
Örf,adet,inanç,terbiye,edeb bunun kilometre taşları diye de inanmıştım.
Aslında bu sürekliliği sağlayacak bilgi,malzeme,ölçü elimizde var.
Kimliğimizde bunların hepsi yazılı yazılı olmasına ama ne hikmetse o kadar hızla uzaklaşıyoruz ki…
Aydın denilen cahiller sayesinde mi,kitle iletişim organlarının çirkin ve kasıtlı yayınlarından mı,İslami özelliklere uygun telkinlerin azlığı veya hal lisanlarının lâl oluşundan mı bilinmez…kimliğimizden uzaklaşmanın adı ‘medeniyet’ diye beynimize beynimize çakıldığından mı? diye düşünüp durdum.
Babaanne torunu,torun babaanneyi beğenmez.
İkisi arasında kalan anne için ikisi de çekilmez ve anlaşılmazdır…
Çelikle betonun,GDO’suyla oynanmış yiyeceklerin arasında kalan kent insanının özlemi bu yerlerde birşeyler eksiliyor günden güne.
Derelerin ortasında taşlar değil,çer çöpe takıla takıla akan yığınla poşet göze çarpıyor.
Beşerin bulaşık eli sadece çevreyi değil,dimağları da kirletmeye var gücüyle devam ediyor.
Anadolu da bir yerde oturduğum şu koca minderde,yazarken yazımı doğrusu üzülüyorum.
Çocukluğumun tertemiz derelerini,mis sokaklarını biliyor olmam artık içimi kanatıyor.
Babaannem ile aramdaki kısa mesafe şimdiki uçurumlardan olsa gerek,artık canımı yakıyor.
Bir nesil…yok yok…birkaç nesil nasıl oldu da bu kadar yabancılaştı?.
Ve bir de en acısı dostlar…
Anadolu da bu yerde,can güvenliği yok…
İnsanlar belli bir saatten sonra iki sokak ötesine gitmeye cesaret edemiyor.
Kimin hain,kimin dost,kimin düşman olduğu o kadar meçhul ki…
Güvenin kayıp olduğu bir zamanda,Anadolu da bir yerde ,İlahi armağan şu topraklarda maddi-manevi kayıplara kan ağlıyarak yazıldı bu yazı.
Cennet-asa baharlara inancım da olmasa…dayanılır gibi gözükmüyor.
Umutla…hasretle…inançla…heyecanla…ve biraz da sabırsızlıkla bekliyorum müjdelenen zamanları.