Anarşi sebep ve çareleri–2

Abdulkadir ÇELEBİOĞLU

BEDİÜZZAMAN İLE NEDEN UĞRAŞTILAR?

Bilindiği gibi Tanzimatla birlikte bizde bir Avrupalılaşma hevesi başgöstermişti. Gerçi Bediüzzaman Hazretleri yukarıda da arz ettiğimiz gibi [yani bir önceki tefrika edilmiş yazıda] ilim ve teknikte Avrupa'nın örnek alınmasına karşı değildi. Bediüzzaman, aynı zamanda hürriyetin de hararetli bir taraftarıydı. Hürriyet hareketinin başlangıcında Şarktaki aşiretleri dolaşarak bu hareketi müdafaa ediyor, bu hususta eserler telif ediyordu. Fakat diğer taraftan da Üstad, hürriyet hareketinin öncülerini de “Meşrutiyeti, meşruiyet ünvanıyla telakki ve telkin ediniz. Ta, yeni ve dinsiz bir istibdad, pis eliyle o mübarek ağrazına siper etmekle lekedar etmesin” şeklinde beyanlarıyla ikaz ediyordu. Daha sonra 1935 yılında Eskişehir'de muhakeme edilirken cumhuriyet hakkındaki fikri sorulduğu zaman verdiği karşılık şu olmuştur:

“Eskişehir mahkeme reisinden başka daha sizler dünyaya gelmeden benim dindar bir cumhuriyetçi olduğumu, elinizdeki Tarihçe Hayatım isbat eder!» (1) Fakat Bediüzzaman Hazretlerinin anladığı hürriyet ve cumhuriyet, sadece isimden ibaret bir hürriyet ve cumhuriyet değildi. İstibdad sadece isim değiştirmek suretiyle başka bir kılıkla karşımıza çıkacak olduktan sonra, o isimden ibaret hürriyetin, meşrutiyetin ya da cumhuriyetin ne mânâsı  kalırdı! Bu, meselenin bir tarafı...

Diğer taraftan, cemiyet bünyesinde yeni bir tanzim hareketine girişilirken, çok dikkatli davranmak gerekiyordu. Aksi takdirde başlangıçta az da olsa girişilecek menfi hareketlerin, ileride büyük ve vahim neticeler doğurması kaçınılmazdı. İşte, yukarıya aldığımız beyanında “hürriyetçilerin ahlâk-ı içtimâiyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir derece lâübâlilik göstermeleriyle, yirmi otuz sene sonra; dince, ahlakça, namusça şimdiki vaziyeti gösterdiği cihetinde...” diyerek Üstad bu hakikate işaret etmekte ve Cumhuriyetçilere, aynı hataya düşmemeleri için ikazda bulunmaktadır.

Fakat o zaman hakim olan zihniyet için cumhuriyet de Avrupalılaşmak da başka manalar taşıyordu. Tekniğiyle, medeniyetiyle değil, âdet ve inançlarıyla Avrupalı bir millet meydana getirilmek isteniyordu. Günün moda tabiriyle “asrileşecek”, “küçük bir Amerika” olup çıkacaktık.

Bediüzzaman Hazretlerine göre asrileşmek, başka bir millet olmaya çalışmaktan çok farklı bir şeydi. Üstelik onun ideali, “küçük bir Amerika” çerçevesine sığdırılamayacak kadar da genişti. Batılılar bugünkü medeniyet seviyelerine öküz arabasıyla geldiler, biz balonla uçarak kısa zamanda onları geride bırakacağız diyordu Üstad.» (2)

«Bütün milleti, bütün İslâm âlemini, bütün insanlığı, hatta bütün mahlûkatı kucaklayan bir gönül: İşte Bediüzzaman Said Nursî burdur!

Böyle bir gönül genişliği içinde Üstad, dünyanın geçirmekte olduğu ve yurdumuzu da tesiri içine alan bir büyük buhran karşısında bigâne kalamazdı. Bilhassa baştaki idarecilerin bu buhranı teşhis etmekten ve milletin istikbalini görmekten aciz kaldıkları bir devrede Bediüzzaman Said Nursî gibi ileri görüşlü bir alimi, ikaz vazifesini yerine getirmekten zindanlar da alıkoyamazdı.

“Dünya, büyük bir manevî buhran geçiriyor. Manevî temelleri sarsılan Garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taun felaketi gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sâri illete karşı, İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak?

Garb'ın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi?

Yoksa İslâm cemiyetinin ter ü taze iman esaslarıyla mı?

Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. İman kalesini, küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum.” (3)

“Büyük Kafalar”, Üstad Hazretleri’ni susturmak için çareler araştırırken o, böyle şeylere ehemmiyet vermiyordu. Bediüzzaman nefsine gelecek tehlikeler sebebiyle vatan ve millet hizmetinden geri duracak bir kişi değildi. Onun fedakârlığının ne büyük ölçülere ulaştığını anlatmak bu sütunların kârı değildir. Bir örnek olarak, Afyon hapsinde maruz kaldığı muamelelerden bir nebze söz etmek isteriz.

Üstad Hazretleri hakkında Denizli Ağır Ceza Mahkemesindeki muhakemesinde ittifakla beraat kararı verildikten ve eserleri kendisine iade edildikten sonra, 1947 nihayetinde arasında bizim de bulunduğumuz talebeleri ile birlikte tekrar tevkif edildi ve Afyon Ağır Ceza Mahkemesinde muhakemesine başlandı. Muhakeme sırasında Üstad, Afyon Cezaevinde 20 ay kaldı. Bu 20 ay zarfında, o sıralarda 75 yaşında bulunan ve hasta olan Bediüzzaman Hazretleri’nin hayatına kastetmek için her türlü çareye başvuruldu. Pencerelerin buz tuttuğu şiddetli kış günlerinde Üstad, altmış kişilik sobasız bir koğuşta yalnız başına bırakıldı, talebelerinden bir tek kişi ile görüşmesine izin verilmedi.

Bu şartlar altında, Üstad’ı bir de yemeğine zehir katarak öldürmeye teşebbüs ettiler. Şiddetli zehrin acısıyla kıvrandığı sıralarda bile yanına kimse bırakılmadı. Onunla görüşmeye te teşebbüs eden talebeleri insafsızca kırbaçlandı.

Bunlar başkasından dinlediğim hikâyeler değil. İçinde bulunduğum, gördüğüm, şahit olduğum hadiseler... O zaman on sekiz yaşındaydım.» (4)

«Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem, orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur.” (5)

Uğradığı bütün muamelelere rağmen, Üstad Hazretleri davasından bir an geri durmadığı, bir nebze fedakarlık etmediği gibi, bu muameleleri kendisine reva görenlere karşı da gönlünde hiçbir zaman kin ve intikam hissi beslememiştir. Dedik ya, o gönül, kainatı kucaklayan bir şefkat abidesi! Kin, intikam ve şahsi garazlar o gönülde kendine yer bulamaz!» (6)

«RİSALE-İ NUR OLMASAYDI...

Risale-i Nur’un öyle bir devirde yüz binlerce kişinin imanını kurtarmaya vesile olması, küçümsenecek bir hadise değildir. Milletin dinine ve an’anelerine yöneltilen külli taarruzlara karşı o zaman Risale-i Nur gibi bir hareket ortaya çıkmamış olsaydı, anarşinin bugün ulaştığı merhale belki de çoktan geride bırakılmış olacak, memleket geri dönülmesi mümkün olmayan bir felaketin içine çoktan yuvarlanıp gidecekti.

1950 öncelerine erişenler, iyi bilirler. Kısaca o günlerin şartlarını hatırlamaya çalışalım.

Devir, laiklik adı altında dini inançların ve her türlü dinî hareketin bastırılmak istendiği bir devirdi. Garptaki laik devletler, dinin yanında yer aldığı halde bizde laiklik devletin dine karşı cephe alması şeklinde telâkki ediliyordu. Devlet, ezanı yasaklamak gibi icraata girişebiliyordu. İslâmiyeti tahrip ve tağyir gayretleri devlet eliyle yürütülüyordu.»  (7)

«Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri böyle bir vasatta [yani dinî neşriyatların yapılmasına izin verilmediği bir dönemde] mücadele vermiştir. Bir hocanın bir talebeye Kur’ân okumasını öğretmesi gibi en basit dini hareketlerin jandarma dipçiğiyle ve insafsızca bastırıldığı, âlimlerin küçük bir dini risale bile neşredemedikleri devirlerde Bediüzzaman Hazretleri beş bin sayfalık [o tarihteki kitapların yazı puntosuna göre bu sayı verilmiştir. Günümüzdeki baskılarda altı bin küsür sayfalık] Risale-i Nur Külliyatı’nı telif ve çeşitli yollardan neşretmeyi başarmıştır. Bu eserleri okuyarak iman hakikatlerini öğrenen bahtiyar insanların meydana getirdiği büyük bir cemaat devlet eliyle dine ve manevi değerlerimize karşı yürütülen baskı ve terör hareketlerine karşı metanetle mukavemet etmiş, inançlarından en küçük bir taviz vermeyerek din-i İslâm’ı memleket sathında yaşamışlardır. Rahatça söyleyebiliriz ki, o dehşetli devirde aleni olarak İslamiyet’i yaşayan ve yaşatan ve bu uğurda her türlü zulme kahramanca göğüs germekten çekinmeyen böyle bir cemaatin bulunması, bu gün minarelerimizden “Allahu Ekber” sedasını hala işitiyor olmamızın başlıca sebebidir.»  (8)

«AVRUPA NASIL İLERLEDİ, BİZ NASIL GERİ KALDIK?

Avrupa’nın terakkisini Bediüzzaman Hazretleri biri maddî, diğeri manevî olmak üzere iki sebebe bağlıyor. Meşrutiyetin ilk senelerinde telif ettiği “Sünuhat” adlı eserinde, bu sebeplerden birincisini şöyle izah ediyor:

“Birinci sebep: Umum Hristiyan’ın kilisesi ve mâden-i hayatı olan Avrupa’nın vaziyet-i fıtriyesidir. Zira dardır, güzeldir, demir mâdenidir, girintili çıkıntılıdır. Deniz ve enharı bağırsaklarıdır, bâriddir.

   Evet Avrupa, Küre-i Zemin’in hums-u öşrü iken, nev-i beşerin bir rub’unu letafet-i fıtriyesi ile kendine çekmiş. Hikmeten sâbittir ki; efrad-ı kesîrenin içtimaı, ihtiyacatı intac eder. Görenek gibi çok esbab ile tekessür eden hacât, zeminin kuvve-i nâbitesine sığışmaz.

   İşte şu noktadan ihtiyaç san’ata ve merak ilme ve sıkıntı vesait-i sefâhete hocalık edip tâlime başlarlar.” (9)

Yani Avrupa, coğrafi vaziyeti itibarıyla ve umum Hristiyanlığın merkezi olması cihetiyle, insanları kendisine çekmiştir. Nüfus kesafeti, diger kitaplardan daha fazladır. Ve bariddir, yani soğuktur. Soğuk iklimin neticesi ise, Üstad’ın “Muhâkemat” adlı eserinde izah ettiği gibi, “her şeyi geç almak ve geç de bırakmak ve metanet etmek"tir. (10)» (11)

«“Görülmüyor mu ki; en hürriyetperver maskesini takan İngiliz elini uzatıp arıyor. Nerede Hristiyan bulsa, hayat veriyor. İşte Habeş, Sudan. İşte Tayyar, Ertuşî. İşte Lübnan, Havran. İşte Mal-Sur ve Arnavut. İşte Kürd ve Ermeni, Türk ve Rum ilâ âhir... 

Elhasıl: Onları canlandıran emeldir ve bizi öldüren yeistir. Meşhurdur ki, biri demiş: "Eğer bir nokta-i istinad bulsam, küre-i zemini yerinden oynatırım." Bu faraziyede acib bir nokta vardır. Demek bu küçücük insan, nokta-i istinad bulsa, küre gibi büyük işleri çevirebilir.” (12)

İşte Avrupa’nın eline, dünyanın mizanını bozacak kadar büyük kuvveti veren, Hristiyanlık hasebiyle aralarındaki birleşme ve yardımlaşmadan ibaret olan nokta-i istinaddan ibarettir. Bu nokta-i istinadın vücuda gelmesi, mutaassıp bir ittihadla olmuştur. Mazide cehil, vahşet ve taassup sebebiyle İslâm’a karşı birleşerek Haçlı orduları teşkil eden Avrupalı, bir yandan bu birlikten kuvvet elde ederken, diğer taraftan dahil de papazların tahakkümleri ve engizisyon tazyikatı karşısında bir mukavemet ruhu doğmuş ve bu ruh, istidatlarını inkişaf ettirmiştir.

Bizde ise, medeniyetin zirvesine ulaştıktan sonra hakim olan rehavet, gayret ve müsabaka gibi terakkinin başlıca sebepleri olan istidatların körelmesine yol açmıştır. Böylece ortaya, Hristiyan Avrupa’nın İslâm dünyasına faikiyeti gibi garip bir durum çıkmıştır.

Vaziyet kısaca bundan ibarettir. Yani Avrupa ile aramızdaki uçurumun meydana çıkması İslâmiyet’in  - hâşâ - kusurundan ve Hristiyanlığın meziyetlerinden değil, tam tersine İslâm’ın bazı düsturları Avrupalının sahip çıkmasından olmuştur. Bediüzzaman Hazretleri’nin Muhâkemat'ta belirttiği gibi, “Mehasin-i medeniyet denilen emirler, şeriatın başka şekle çevrilmiş birer mes'elesidir.” (13) Garp medeniyetinde insanların menfaatine ne varsa, hepsinin bin dört yüz sene önce İslâm şeriatının vaz’ ettiği düsturlarda mevcut bulunduğu görülür. Siz bu düsturlara ister medeniyet deyiniz, ister başka isimler takınız, hakikat olan şudur:

İslâmiyet’in ferdî ve içtimaî hayatta ortaya koyduğu dürüstlük, yardımlaşma, teşrik-i mesai, çalışmaya  teşvik gibi hadsiz düsturlarından sadece bir kısmını tatbik etmekle Batı dünyası bugünkü medeniyet seviyesine ulaşmıştır. Bizim parlak bir medeniyetten bugünkü vaziyete düşmemizin sebebini ise, bu düsturları bir yana bırakmamızdan başka yerde aramak beyhudedir.

Müslümanları Batılılaştırarak kalkındırmak fikrinin altında böyle bir beyhude gayret yatar. Zira kör bir Batı taklitçiliğinin temel felsefesi, “Hristiyanlığın malı olmayan medeniyeti ona mal etmek, İslamiyet’in düşmanı olan tedenniyi ona dost göstermek”tir. Böyleleri, sanki Avrupa’nın hiç kötülüğü yokmuş ve bize zararı dokunmamış gibi bütün iyi tarafları nazara vermek ve bizim de sanki hiç iyiliğimiz yokmuş gibi hep hata ve noksanlarımızı dile dolayarak bu ikisini birbirine mukayese etmek suretiyle hakikatleri ters göstermeye çalışmışlardır.

Bediüzzaman Hazretleri, eserlerinin birçok yerinde işaret ettiği bir hakikati, Sünuhat adlı eserinde şöyle ifade ediyor:

“Tarih bize gösteriyor ki, İslâm ne derece dine temessük etmiş ise, terakki etmiş. Ne vakit dinde zaaf göstermişse, tedenni etmiştir. Başka dinde, bilakis kuvveti zamanında vahşet, zaaf samanında temeddün hâsıl olmuştur.” (14)» (15)

Devam Edecek.

Dipnotlar

1-Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, s. 304

2- Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi Sebep ve Çareleri, s. 31-32

3- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 553

4- Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi Sebep ve Çareleri, s. 34-35

5- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 554

6- Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi Sebep ve Çareleri, s. 37

7- Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi Sebep ve Çareleri, s. 39

8- Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi Sebep ve Çareleri, s. 41

9- Bediüzzaman Said Nursî, Sünuhat, s. 58

10- Bediüzzaman Said Nursî, Muhâkemat, s. 38

11- Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi Sebep ve Çareleri, s. 42-43

12- Bediüzzaman Said Nursî, Sünuhat, s. 59-60

13- Bediüzzaman Said Nursî, Muhâkemat, s. 39

14- Bediüzzaman Said Nursî, Sünuhat, s. 36

15- Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi Sebep ve Çareleri, s. 45-46

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.