Hepimizin aklında, toplum tarafından oraya yerleştirilmiş ve pek de tartışılmamış “düşünceler” vardır.
Hepimiz hiç sorgulamadan inanırız ki bir mahkeme kutsaldır, adildir, hukuka ve yasalara uygun karar verir.
Ya öyle yapmazsa?
Ya düzenli biçimde hukuku ve yasaları çiğnerse?
O zaman ne olur?
Sırf adı mahkeme olduğu için onun “hukuka ve yasalara” aykırı kararlarını bir toplum kabullenmek zorunda mıdır?
Devletin bir binanın üzerine “mahkeme” yazıp, içine de birkaç yargıç koyması, orayı mahkeme yapmaya yeter mi?
Bir binanın üstünde mahkeme yazsa da, içindeki insanların tayini “yargıç” kadrosundan çıksa da, o mahkeme “yasaları” düzenli biçimde çiğnerse ve toplum bunun farkına varırsa, o “mahkeme”, mahkeme olma vasfını sürdürebilir mi?
Tabii en keskin soru şu:
Bir mahkemeyi, mahkeme yapan nedir?
Sadece devletin “burası mahkemedir” demesi, orayı mahkeme yapmaya yeter mi?
Tek belirleyici ölçü, “devletin “burası mahkemedir” demesi midir?
Bir mahkemenin mahkeme olmasında, o mahkemenin “hukuka ve yasalara” uyması ölçü değil midir?
Devletin “burası mahkemedir” dediği bir kurum düzenli olarak yasaları ve hukuku çiğnerse ne olur?
Toplum, hukukun ve yasaların “mahkeme” tarafından çiğnenmesini kabullenmek zorunda mıdır?
Eğer öyleyse, devletin “mahkeme” dediği bir kurum yasalardan ve hukuktan bağımsız bir hale gelmez mi?
Elinde yetki olan, yaptırımlar uygulatabilen bir kurum, yetkisini “hukuk dışına çıkarak” kullanırsa bu zorbalık olmaz mı?
Hukuk adına yapılan zorbalıklara karşı toplumu kim korur?
Devletin bir yere “burası mahkemedir” dediği andan itibaren “orası”, istediği kararı verme özgürlüğüne sınırsız bir şekilde sahip mi olur?
Bütün bu sorular karşımızda duruyor.
Ve, biz bunlara cevap bulmak zorundayız.
Çünkü Anayasa Mahkemesi, hukuka ve yasalara uymayan kararlar veriyor.
Üstelik de bunu düzenli biçimde yapıyor.
Bu mahkeme, “türban kararında” Anayasa’nın 148. maddesini açıkça çiğnedi.
Anayasa değişikliklerini asla ve asla “esastan” sorgulayamayacak olmasına, Anayasa’nın, anayasa değişikliklerinin “esastan” sorgulanmasını “yasak” etmesine rağmen bu yasağı ve Anayasa’yı çiğnedi.
Şimdi yeniden yasaklara uymamaya, yasayı çiğnemeye hazırlanıyor.
Anayasa Mahkemesi “anayasayı” çiğnerse, anayasayı ve hukuku bu mahkemeye karşı kim koruyacak?
“Bir mahkemeye karşı hukuku koruyacak hiçbir kurum yoktur ve o kararı kabul etmek zorundasınız” derseniz o mahkemeye “ilahi” bir güç atfetmiş olursunuz.
Sorgulanmayan ve sınırlanmayan “ilahi güçler” yalnızca “teokratik” devletlerde bulunur çünkü.
Teokratik devletlerde “karar verme yetkisi”, gücünü Tanrı gibi ilahi bir kudretten alan insanlara bağışlanır ve onların kararları sorgulanmaz.
Türkiye, “teokratik” bir ülke mi?
Mahkemelere “ilahi bir yetki” bağışlayan Tanrısal bir güç kaynağı mı var anayasamızda?
Biz ne zaman “laik” bir ülke olmaktan vazgeçtik, ne zaman “anayasanın değiştirilmesi teklif edilemeyen” maddelerini değiştirdik, ne zaman hukukumuza “ilahi güçler” ekledik?
Böyle bir şey yapmadık, burası hâlâ laik bir ülke ve hâlâ hukukumuzda “ilahi bir güç” kaynağı bulunmuyor.
O yüzden de, bir mahkeme “hukuku” düzenli biçimde çiğnediğinde “mahkeme olma” vasfını kaybeder, toplum kendini Meclis’teki “temsilcileri” vasıtasıyla hukuksal bir zorbalığa karşı korur.
Toplumu zorbalığa karşı korumak Meclis’in “görevidir”, bunu yerine getirmezse görevini kötüye kullanmış, kendi varlığını inkâr etmiş olur.
Eğer biz hâlâ “laik” bir ülkeysek, hukukumuzda “ilahi güç kaynakları” yoksa, o zaman, Anayasa Mahkemesi’nin anayasayı çiğneyerek karar vermesi halinde Meclis’in bu kararı tanımaması gerektiğini söyleyen Osman Can’ın söyledikleri doğrudur.
Meclis o kararı “yok saymak” zorundadır.
Aksi takdirde, hukuku çiğneyen mahkemenin “ilahi bir gücü” olduğunu kabullenerek hem hukuktan, hem laiklikten vazgeçmek zorunda kalırız ki bu da ciddi bir suçtur ve Meclis’i mahkemenin suç ortağı haline getirir.
Taraf