Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk anayasası dışında hazırlanan anayasalar hep darbe mahsulü. Halkın seçtiklerini silah zoruyla alaşağı edenler, bugüne kadar ülkeye hiç bir şey kazandıramadı. Arkasında bıraktığı bir yığın sorunla, bütün enerjimizi, bütçemizi ve geleceğimizi, ilerlememizi ve gelişmemizi sabote ettiler. Yetmedi bin yıldır iç içe yaşayan Anadolu halkını birbirine düşürdüler. İhtilaf ve inşikaklara vesile oldular.
Ülkemizin bugünkü sorunlarına baktığımızda tümünün sun’i olduğunu, askeri ihtilallerin ve vesayetlerin ve militarist düşüncelerin ürünü olduklarını görmemek için kör olmak veya midesinden bağlı olmak gerekir:
“Kürt sorunu, Din ve Laiklik sorunu, Fikir ve Düşünce sorunu, Alevi sorunu, Başörtüsü- Türban sorunu, Ermeni sorunu, Sağ -Sol sorunu, Yunanistan sorunu, Eğitim sorunu, Kıbrıs sorunu, AHİM sorunu, Yargı ve Hukuk devleti sorunu… Liste uzatılabilir. Bunların tümü bir gerçeğin, Türkiye’deki genel “Demokrasi Sorunu”nun değişik yüzleridir, hepsinin birbirleriyle ilintileri vardır ve bana göre kaynakları da birdir; Askeri vesayet ve despotizm.
Önce sorunları doğurdular, sonra bu sorunları çözmek için canları istediğinde işbaşına geçtiler. Nereye el attılar ise yumak yumak sorunları adeta tohum eker gibi ektiler. Muassır medeniyeti oluşturuyoruz diyerek yeni Anayasalar yaptılar güya halkı için, halka sormadan. Halkı halk yerine koymadan.
27 Mayıs Anayasası...
12 Mart Anayasası...
12 Eylül Anayasası...
Hepsi asker yapımı Hiçbiri sivil yapımı değil.
Üçü de askeri yönetimlerin, darbelerin ürünü. Hiç kuşkusuz siviller de çalıştı bu anayasaların yapımında. Ama namluların ucunda, süngülerin gölgesinde yapıldı hepsi. Emret komutanım nasıl bir anayasa istiyorsunuz esprilerini hepimiz hatırlıyoruz. Hepsinin de ortak olan bir yönü var; halkına olan güvensizlik. Yahut da tersinden okursak halktan hep korkuldu. Daima planlar halkın her an irtica edebileceği, gericiliğe rücû edebileceği ihtimali, evhamı üzerine yapıldı.
Bu nedenle bu halka güvenilmezdi. Fazla özgürlük, hürriyet ve demokrasinin böyle bir tehlikesi vardı aydınların gözünde. Bu ihtimal hiçbir zaman göz ardı edilmedi. Bu nedenle ne olur ne olmaz atı sağlam kazığa bağlamak gerekiyordu. Ve böyle de yapıldı. Yapılan bütün anayasalarda son söz daima kendilerinindi. İhtimal ya halk belirlenen alanın dışına çıktığında da ileri karakol görevini üstlenen sözüm ona anayasal kurumları ile tekrar hizaya çekilecek ve belirlenen rotada uslu uslu yoluna devam edecekti.
İşte bütün bu hesap kitaplar çerçevesinde ve demokratik! bir ambalaj geçirilerek yapılan anayasalar halkın tasdikine ihtiyaç bile duyulmadan yürürlüğe konuluyordu. Yaptıkları anayasaların halk tarafından demokratik zeminlerde tartışılmasına bile bu medeni kesimin! Tahammülü yoktu.
Son anayasamızın nasıl şeffaf bir ortamda halka onaylattırıldığını hepimiz hatırlıyoruz: Zavallı müftümüz Narin o yaşlı ve hasta haliyle Keles’e sürgün edilmişti. Bazı imamlar ve öğretmenlerle beraber. Bazı memurlar için de soruşturma açılmıştı; Hasan Demirkıran Hocamı hiç unutur muyum Genç’te adliyeye ifade vermeye giderken söylediklerini.
Neden?
Çünkü; hayır oyları evet oylarından daha fazla çıkmıştı sandıklarında da ondan.
Bence bu trajik olayları yaşamış kişiler henüz sağ iken tarihe not düşülmesi için yapılan bu demokratik (!) muameleler ilk ağızdan kayda alınmalıdır. Belki, daha da önemli bir yanı şudur ki; yaklaşık otuz yıl önce sahnelenen anayasal oyununun nasıl ve hangi yöntemle halkın iradesine dayattırıldığı ciheti tespit edilmesi lazımdır ki, bugün demokrat bir söylemle ortaya çıkıp akılları karıştırmaya gayret gösteren bazı aydınların maskesiz yüzleri daha net ve çıplak görülebilsin. Evet, görülsün ki, hala aynı yüz ve aynı bayat söylemlerle ortaya çıkıp nasıl utanmadan ahkâm kestikleri ibretle müşahede edilsin. Dünya değişirken bunların hala yerinde nasıl saydıkları anlaşılsın. Zaten militarist olduklarından dolayı “yerinde saymak-rap rap” onların mesleklerinin gereğidir.
İşte böyle demokrat zeminlerde (!) yapılan anayasalar sonuçta Halk ile elit kesim arasında daima açık-gizli çatışmaları da beraberinde getirdi. Elit kesimden farklı düşünen halk dönüşüme, fikri ve kültürel asimilasyona aydınlar tarafından sonuna kadar zorlandı. Avam denilen büyük çoğunluğu, yani asıl kitleyi ideolojik hedeflerine sevk edemeyen havas (aydınlar kitlesi) halkı hep tahakküm ve istibdat altında tuttu. Dolayısıyla bu memlekette eksik olmayan iç çekişmeler ve çatışmalar böyle bir zeminden kaynaklanmıştır. Zira aydınlara göre bu halk bu düşüncede oldukları müddetçe bu tahakküm ve istibdat devam etmelidir. Bunlar terbiyeye muhtaç, vesayete muhtaç çocuklar gibidirler. Terbiye olunmalıdırlar. Terbiye de iki şekilde yapılır:
Ya ideolojik olarak mekteplerde eğitileceklerdir.
Ya da tahakküm ve sopa ile terbiye edileceklerdir.
Ama ne acıdır ki, bu memlekette her ikisi de tatbik edildi, gözyaşı pahasına. Fakat hesaba katmadıkları bir şey vardı, halkın imanı ve inancı. Bu o kadar derin idi ki, yüzyılların derinliklerine kadar inmiş, kök salmıştı. Tarihte hiçbir kuvvet bunu sökememişti. Onlar da sökemedi. Sadece Müslüman olan ve müslümanca yaşayan, düşünen milletimizin refahını ve terakkisini geçici olarak durdurdular. Araya bir inkıta, bir duraklama dönemi girdi.
Ben bunu nadasa bırakılmış bir tarla gibi görüyorum. İnşallah eskisinden daha da gür bitecek kendisi ile beraber diğer Arap ve Müslüman ülkelerin de yeniden ihyasına ve ittihadına vesile olacak milletimin bu şanlı mücahedesi.
Zira bu mücadeleden kimin bu defa galip geleceğini hep beraber göreceğiz. Yeter söz milletindir sloganı bu defa gerçekleşecek. Bu defa kendi iradesini, bizzat kendisinin hazırlayacağı anayasa ile ortaya koyacak benim mazlum ve Müslüman milletim.
Uzun bir sükût dönemi ve şiddetli kışın ardından bereketli bahar seni bekliyor. La Taknetu.