Seyda Ankara Kalesine çıkarken buğday teni ile ayın on beşinde, ay ışığında, ayın on beşi gibi parlıyordu. Fakat mazlum, fakat mahzundu. Mazlumluğu ve mahzunluğu bulutların arasından sızan güneş ışığı gibi yüzünden sızıyordu.
Zaman başkalaşmış, dünya değişmiş, herkes dünyaya prestij eder hale gelmişti. İnsanı komşuluğa çağırır gibi dünyaya çağıran yüzlerce amil vardı şimdi.
Her seferinde dünya ve dünyalılar sevilmeyen bir komşu misali “Bir maniniz yoksa akşam size geleceğiz” der gibiydi. Bundan da ötesi, birilerinin komşuluk hukukunu bir tarafa bırakıp düşman gibi hanelere tecavüz ettiği günler yaşanıyordu.
Ankara yeni bir zamana giriyor, Ankara Kalesi yeni bir sese bürünüyordu. Bu devir yıkıcı, bu ses ürkütücüydü. Şanlı Osmanlı İmparatorluğu yıkılıyor, yerine yeni bir devlet kuruluyordu. Bir “zaman” gidiyor, yeni bir “zaman” geliyordu.
Yeni zaman büyük değişimlere gebeydi. Bu zaman, medeniyet ruhunu rahatsız eden bir dizi şekli değişiklikle kendini ele veriyordu. Bu zaman ruhu hasta ediyor, bedeni yap-boza çeviriyordu. Bu zaman insanı kendi içinde tutsak eden sahte bir özgürlüğe sevk ediyordu.
Seyda’nın bir adı da “zamanın en bediisi” idi. Bu adı ona Fethullah Efendi vermişti. Fethullah Efendi ihtimal ki daha o zamanlarda onda zamanının sesini duyuyor, zamanı değiştirebilecek gücü görüyordu.
Seyda Ankara Kalesinde işte o güçle zamana yaslandı. Musa’nın asasına benzeyen tüfeğini kucağına aldı. İçinde silah sesleri, içinde kurşun yaraları vardı.
Ne yapmalıydı?
Nasıl yapmalıydı?
Ne zaman yapmalıydı?
Elbette, en iyisi, değiştirebileceği şeyleri değiştirmek, değiştiremeyeceği şeyleri ise zamana bırakmaktı. O da öyle yapacaktı.
Ama Seyda sıkıntılı, ama Seyda tedirgindi. Bu gidiş hiç de hayra alamet değildi. Zira kurt gövdeye girmişti. İnsan, sinsice yaklaşan bu kurdu kendine dost zannediyordu. Sözde dost onu en zayıf yerlerinden vuruyordu. Seyda ise dine vurulan darbeleri ilk önce kendi kalbinde hissediyordu.
İşte bu durum Seyda’da sıkıntıya ve tedirginliğe neden oluyordu. Elleri titriyor, sesi kale duvarlarında eriyordu. İçinin harı yükseliyor, bütün vücudunu ateş basıyordu. Sanki kalbi volkan oluyor, içinde üst üste patlamalar yaşıyordu. Sanki yüzünde öbek öbek yangınlar başlıyordu.
Etrafına göz gezdirdi. O an bedeninin tımar edilen tazeliğini, yenilenen ruhunun yaşlılığını, kalenin eskimişliğini, zamanın muska muskayitmişliğini ve bir devletin vefatını gördü kalenin burçlarında.
Seyda umut aradı ufuklarda. Şimdi asır kirli bir aynaydı yanında. Aynayı Kosturma’dan kalan savaş artığı kanlı gözyaşlarıyla yıkamak istiyordu. Kalbi geçmiş zamanın gözüpek derelerine, aklı gelecek zamanın tepelerine doğru çekiyordu Seyda’yı.
Geçmiş ve gelecek Ankara kalesinde saf tutuyor, çağı tefsir ediyordu. Saf saf ahir zaman ihbarları iniyordu Seyda’nın kalbine. İşte o ihbarlardan ahir zamanının mühim olaylarına ve kişilere karşı ne silahla, ne de siyasetle mücadele edilemeyeceğini anlıyordu Seyda. Zira kalem kılıçtan daha keskin ve daha vurucu olacaktı bu zamanda.
Seyda kucağındaki tüfeğe baktı. Tüfek ne kadar güçlü, tetiği çeken el ne kadar acizdi. Eline aldı silahı ve şehrin kirli yüzüne fırlattı. Sonra sigara tabakasını Ankara’nın kara dumanlarına çaldı.
Silah ve sigara tabakası gökyüzünde buluştu ve zaman çalkalanmaya başladı. Asırdan ayna parçalandı. Aynanın kırılan pencerelerinden 2. Seyda dönemi bir sinema şeridi gibi göründü.
Az önce Ankara Kalesinde şanlı Osmanlı İmparatorluğunun yıkıldığını, ihtiyar dünyanın ölüme doğru sürüklendiğini gören Seyda, şimdi kendi hayatında yeni bir dönemin, 2. Seyda döneminin başladığını görüyor ve bu yeni dönemin yeni devlet ile çetin bir mücadele içinde geçeceğini hissediyordu.
Bir zaman sonra tüfek gibi doğruldu. Bir kurşun gibi seke seke Kale’den şehre indi. Hızlı adımlarda istasyona doğru yürüdü. Baktı; büyük bir kalabalık kendini bekliyordu. Bu kalabalık bir işaretini bekliyordu. Kalabalığa döndü. Kararlı, ama mütevazı bir eda ile elini kalbine götürdü. Sanki “Şimdi gidiyorum. Bir zaman sonra tekrar döneceğim” der gibiydi.
Trene bindi. Tren... Tren Van’a doğru hareket etti. Elveda Ankara...
Tren Van’a doğru yol alıyordu. Seyda kendi içinde tren hızında bir yolculuğa çıkıyordu. Bu iç yolculuğun onu nereye götüreceğini kendi de kestiremiyordu. Elini göğsüne götürdü. Cevşeni çıkardı. İlk defa okuyormuşçasına tane tane üzerine basa basa okumaya başladı.
Okudu...
Okudu....
Okudu....
Böyle bir zamanda kalemin silahtan daha güçlü olduğunu hatırlayınca okumayı birden kesti. Sepetten kalem ve kağıt çıkardı. Ayaklarını yere vura vura bu şehre döneceği günleri düşünürken, sayıklayan kalbinin emrine verdi kalemini. Kaleminden gürül gürül bir ses yükseldi.
Sanki sesi, “Ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılabatı içinde en gür sada İslam’ın sadası olacaktır” diyordu.
Sanki sesi asra yemin ediyordu.
Sanki sesi katar katar vagonları geziyordu.
Sanki sesi bütün kainatı geziyordu.
Sanki sesi “zamanın sesi” oluyordu.
Sanki sesi zamandı.
Sanki sesi...