Akşam, fakirhãnede yine hüzünlü bir mãtem vardı... Başıörtülü annelerin, yaşmaklı bacıların feryãdları yüreğimizi dağlıyordu... Dedelerin tevekkül ve sabırla titreyip dua mırıldanan dudaklarının rahmanî uğultusunu, gençlerin pervazları döven yumruk sesleri boğuyordu... Yine otuz yıldan beri ardı arkası kesilmeyen bir felâketin taziye akşamını yaşıyorduk...
Lice’de, habis mi habis bir teröre, gencecik yaşlarında hayatlarını veren 9 askerin vatan sathının muhtelif köşelerindeki yürek yakan tãziyelerini fakirhanede misafir etmiştik. Televizyon ekranlarından çâresiz, tükenmiş insanların ızdırabları akıyordu odaya. Her tâziye sahibi, kendi kurbanına ağlıyordu; bize, dokuzuna da ağlamak düşmüştü... Çünkü, hepsi bizde toplanmıştı, bizde ağlaşıyorduk...
Otuz yıldan beri, neredeyse her hafta tekrarlanan hazin bir merasim bu... Göz yaşları içinde, bir kaç lokma aldık, akşam yemeğinden... Yıllardan beri devam eden bu elem deryası içinde, bir çeşit yaşamayı da öğrenmiştik ve birkaç lokma da olsa birşeyler yemek gerektiğini, çâresiz kabullenmiştik...
Allah aşkına, ne oluyoruz? Bu memleket, hangi kabul görmüş bedduanın hedefi? Felâketler felâketleri kovalıyor, gözlerimizin yaşı hiç kurumuyor, kahkaha ile gülmeyi unuttuk!.. Neden?.. Yeryüzünde yaşadıklarımızı yaşayan başka bir ülke, insanı ınsanımız kadar bedbaht bir memleket kaldı mı? Bu kadar mı çãresiz; en küçük problemlerini aşamayacak kadar mı geri zekâlıyız?
Geri zekâlı olmazsak, ülkelerin ateş kusan silâhların savaş meydanlarında bile kaybettiklerinin bir kaç mislini sadece trafik kazalarında kaybeder miyiz? Geri zekâlı olmazsak, bin yıl birlikte yaşamış, müşterek bir tãrih kurmuş iki kardeş kavim olarak otuz yıldan beri birimizin gırtlağına sarılır mıydık? Bin yıl birlikte yaşadığımız bir kardeş kavmin varlığını inkâr yolunda uydurulan “Kürt yoktur!” hezeyanına hakikat ihtimali verir miydik? Kürt meselesini çözümsüz addedenler, millete yalan söylüyorlar; yalan!..
Ne zaman ki, meselenin çözümü için uzak ihtimaller bile belirse, menhus bir mihrak devreye giriyor; habis bir el, ortalığı büyük bir maharetle karıştırıveriyor. 1993’de terör bitme noktasında iken Bingölde, terhisli 33 askeri katlettiler... Avaz avaza, PKK’lılar yaptı, denilerek sulhun önü kapatıldı... Sonra anlaşıldı ki, PKK denilen teşkilât, başından beri bir şekilde derin devletle teşrik-i mesaiye sahipmiş. Otuzüç askeri kurbanlık koyun gibi sevkeden ile elinde silâhla bekleyenler arasındaki münasebet, yıllar sonra ayyuka çıktı...
96’da beliren benzer bir ümid ise Güçlükonak katliamı ile söndürüldü... Onbir köylü vatandaş, insafsızca minibüslerinin içinde kurşunlandıktan sonra ateşe verilmişlerdi. Aracın metal kasası bile hararetten erime noktasına gelip, eğilip bükülmüşken, dünyanın en garib hãdiselerinden biri yaşanmıştı: Öldürüldükten sonra cesetleri yanıp vücutları dağılan onbir kişinin kimliği, bir asker tarafından savcıya takdim edilmişti. Plastik kaplı kâğıt kimliklerde yaşanan felâketten hiçbir iz yoktu... Bu kepazeliği de PKK’nın üzerine yıkıp sulhu bir daha ertelediler...
Ve şimdi... Bu iki örneği aratmayan tezãhürlerin sahnesindeyiz, son bir ayda... Sahnedeki dalgalanma, yine bir barış ümidinin doğduğu vakte denk geldi... Kürt konferansı, dağdan iniş ve eve dönüşün ciddiyet kazandığı bir zamanda terörden medet ummanlar, yine fazla mesaiye başlamış görünüyorlar. Bir taraftan DTP ile ilgili memleket sathında tutuklamalara hız veriliyor, öbür taraftan terör hareketleri tırmanışa geçiyor... Ve birileri sesini yükseltmeye başladı, yahut başlamak üzere: Terör bitmeden barış olmaz!..
Ve millet, otuz yıldan beri, aynı şekilde defalarca aldatıldığını bile bile: “Doğru!..” diyecek... Bu şartlarda barış mı olur? Kana kan, cana can...
Tam bir aptallık bu, hamãkatın daniskası... Yeter artık!.. Hiç değilse, oynadığınız oyunun şeklini biraz değiştirin... Tamam; zekisiniz, kurnazsınınız, menhus bir entrika dehanız var... Ama aptallığımızla da bu kadar eğlenmeyin, geri zekâlılığımızı bu kadar da yüzümüze vurmayınız... Siz farkında olmasanız bile, bizim de kendimize göre bir haysiyetimiz var; bütün aptallığımıza rağmen, biz de zaman zaman rencide oluyoruz, biz de arada bir adam yerine konulmayı özlüyoruz... Bu kadar da dalga geçmeyin, bu kadar da ezmeyin ya... Unutmayın ki, yukarıda Allah var, biz de O’nun kullarıyız... Hiç değilse Allah’tan korkunuz...
Ey Türkler ve Kürtler!.. İnsaf ediniz... Sizi birbirinize kırdıranlar, birliğinizden korkanlardır. Sizi birbirinize düşman gösterenler, size düşman olanlardır... Uyanınız, uyumakta ve aldanmakta fayda yok... Sesi cihãnın afãkını zabteden Bediüzzaman’ın sesine kulaklarınızı tıkamayınız. Necãtınız, bin yıllık geçmişinizi teyid ve tebrik eden din-i hakkın düsturlarındadır. “İnanlar kardeştir!”, buyuran bir dinin mensublarısınız. Kardeşe, kardeşinin kanı ve canı helâl olmaz; kardeş, kardeşin gırtlağına sarılmaz; siz de sarılmayınız...
Ankara, size yalan söylüyor; asırlık bir yalan... Artık kanmayınız... Kanmayınız ki, sizin için de bir saãdet baharı gelsin; sizin de gözyaşı ve ızdırablarınız dinsin... Yoksa kanı yerde kalmayacak, saçmalıklarıyla birbirinizi perişan edecek ve sonunda müşterek düşmanlarınız olan ecnebilerin kahhar pençeleri ve murdar çizmeleri altında imha olacak, ırz ve namusunuzun pãyimãl edildiğinin şahitliğiyle kahrolacaksınız. Delil mi istiyorsunuz? İşte Irak, işte Afganistan, işte Filistin... Sırada İran ve Pakistan bekliyor.
Ya Rabb! Bu memleketin insanlarına, onların bin yıllık İslâm bayraktarlığı yapmış geçmiş hizmetleri ve ecdadları hürmetine intibah ver, necat ver!.. Onları zâlim düşmanlarının kahhar pençeleri altında perişan ettirme!.. Müslüman cemaat ve kitlelere de şuur ve gayret ver ki, bu ateşi sönderme mükellefiyetinin birinci derecede onlarda olduğunu idrakla gayrete gelsinler...