Nihat Dağlı'nın yazısı:
Barla; Bir 'Dil'in İnşasına Doğru...
Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet... Selçuklu ve Osmanlı formu içinde hayat bulmuş bir İslâm pratiğinden düşüşü işaretleyen bir süreç. Mağlubiyetin, çözülüşün ve yeni bir şekil almanın düşünülmesi... Mağlup, o güne kadar yaslandığı ve kendisini belirleyen 'şey' konusunda şüpheler yaşamış. Bu mağlubiyette vakar değil, değersizlik hissi ağır basmış. Bir kez daha o tecrübe gerçekleşmiş; mağlup, galip görünenin yoluna ve meşrebine yönelmiş. Batılı ülkelerin ve değerlerin sadmesine uğramış Osmanlı; Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet izleğinden geçmiş.
Bediüzzaman, bu geçişte kendince kalan ve yaşayan biri olarak çıkar karşımıza. Hayır, olanı görmezden gelmemiş, o da inkırazın farkındadır; ancak durumu mağlubiyet olarak okumadığı için yaşananları vakarla karşılamış. Kendisini belirleyen medeniyet perspektifi konusunda şüphe içinde olmamış, dolayısıyla mevcut durumdan çıkışı galip görünene yönelmekte görmemiş. Bir vakar içinde kendine dönmüş; çözülüşü asıl olana yabancılaşmakta, çareyi ise, köklerin güncellenmesinde aramış. Bir pesimist değildir; Tanzimat ve Meşrutiyet'in bütün safhalarında bulunmuş, Cumhuriyet'e doğru giden süreçte cümlelerini kurmuş. Sokağın, hayatın orta yerindedir; gazetelerde yazmış, kimi oluşumlara hitabeleriyle katkıda bulunmuş, yeri geldiğinde savaşmış. İstanbul'un hükümsüzleşme ve Ankara'nın söz sahibi olma sürecinde bir özne olarak kalmış.
Süreç meyveye durduğunda o artık Van'dadır; medresesinin harabeleri arasında... İyimserliğini yitirmediğinden Ankara'dan gelen davete icabet etmiş. Tanzimat ve Meşrutiyet tecrübesinden kök alan Ankara'nın, savaştığı şeyin mikrobunu içeren bir meyveye durduğu kanaatine varmış. Buna itiraz ve işaret ederek Van'a geri dönmüş. Gördüğü şey sebebiyle kendisini bir dağa, Erek'e vurmuş. O günden sonra, 'dağ'dan/dışarıdan şehre koşup gelen adam olmuş.
Anadolu'da Ankara mevsimi başlar. Anadolu'nun oluşturduğu bir Ankara'yla değil, Ankara'nın oluşturmak istediği bir Anadolu'yla karşı karşıya gelinir. Ki bu Ankara her açıdan tekil ve otoriterdir. O güne kadar Anadolu'da renkleriyle var olmuş kimi diller, Ankara gerçekliğinde yersiz/yurtsuz kalırlar. Bu bir itiraz ve isyan geliştirir. Ermenilerin İttihat ve Teraki'yle yaşadığını, Kürtler, Şeyh Sait üzerinden Ankara ile yaşar. Etkin kurucu bir isim olduğundan, bu çerçevedeki isyana Bediüzzaman da çağrılır. Kürt Ahmet ile Türk Mehmet'in birbirini kırmasına onay vermeyen Bediüzzaman başka türlü bir itiraza yazılır; yaşadığı Van'da, gezdiği dağlarda Mesnevi-i Nuriye ile Risale-i Nur'un fidelerini diker. Walden'in kıyısında devletin görünemediğini ve kendisini göremediğini söyleyen Henry Thoreaue gibi yaşasa da, Bediüzzaman, Ankara tarafından görünür. Şeyh Sait İsyanı bahanesiyle Batı Anadolu'ya sürgün edilenlerin arasında o da vardır.
İlk durağı Burdur, sonraki Isparta... Evet, 'dağ'dan şehre koşup gelen adamdır; sözleri, şehrin kalbinde yankı bulur. Bu da Ankara'nın gözünden kaçmaz, Bediüzzaman'ı ve dilini görünmez kılmak ister. Bunun için, yolu ve elektriği olmayan küçük bir nahiye, Barla seçilir. Tarih, 1926'dır; Bediüzzaman, bir ilkbahar sabahında, ilk cemrenin düştüğü günlerde Barla'ya doğru yola çıkarılır. Eğirdir Gölü'nün şehirden/insanlardan uzak tuttuğu, dağların sakladığı köye doğru... Ülke gibi, göl de buz tutmuştur; kırılan buzların aralığından geçilir. İç içe geçen bir gurbetlik bekler yolcuyu. Akranlarının bir kısmı vefat etmiş; gençlikten ihtiyarlığa doğru yol almış; memleketinden uzak bir kuytuya sürülmüş; dahası, ruhundan sürgün ülkenin insanıdır. Bir çınarın gölgelediği, Risale-i Nur'un ilk dershanesi olacak eve yerleşir. Şamlı Hafız Tevfik çıkar karşısına misafirin, ilkin o eşlik eder ona. Biri daha, biri daha yanaşır. Kalbler, sonra kulaklar, çok geçmeden başka evler açılır kendisine.
Yolcu, ülkenin taşrası/kuytusu Barla'da bir hemhallık yaşarken, Ankara'da, 'iman'dan dışarı bir hayatın inşası başlar. Fransız aydınlanmasından beslenilerek ülkenin yeniden dizaynı plânlanır. Ülkenin diline, ruhuna müdahale edilir. Bu sırada Barla'nın garip misafirinin kalbi ve zihni açılmıştır. Mütevazı birkaç insan kalem olurlar kendisine. Haşir bahsi, hayattan kovulan bir dil üzerinden kâğıtlara yürür. Yazılan her nüshanın postacısı olduğundan, adı Santral Sabri'ye çıkan bir Bedreli vardır. Sonra Süleyman; üstadına 'cennet' kıldığı 'bahçe'nin sahibi Sıddık... Barla âdeta 'Söz' kesilir; 25, 26, 28, 29 ve 30. Söz ismini alacak kurucu metinler buranın mührünü alır. Yasaklanan harflerle kurulan ve Barla'ya sığamayan metinler okuyucusunda karşılık bulur. Bediüzzaman artık yalnız değildir; Kuleönülü Mustafa, Hulusi Yahyagil, Hüsrev Altınbaşak, Yüzbaşı Refet Bey gibi, unutulmaz talebesi vardır.
Anadolu'nun ıssızlığında çok isim çok ev Risale-i Nur'u çoğaltmaya koyulur; hayattan kovulan dil, bu dile oturan ruh öylece diri kalır. Zorba bir kez daha yanılmıştır; Barla kuytusu, imana zindan olamamış, ev olmuştur. İç içe geçen bir gurbet ve ülkenin aslî ruhuna tutunan mütevazı insanlar; kuytuları, zindanları, dağların zirvelerini ve ağaçların dallarını kendisine yuva kılan bir garip yolcu etrafında, hükümsüzleştirilmek istenene omuz olmuşlar. İstanbul'dan Ankara'ya, oradan Van'a çekilen, sonra Erek Dağı'nın zirvesinde demlenen şey, Barla'da dilini bulur. Bu, 'merkez'in 'taşra'ya, 'zorba'nın 'itiraz'a, 'yaban'ın 'yerli'ye, 'inkâr'ın 'iman'a yenilmesi anlamına gelir. Risale-i Nur, yasaklanan dili hayatta tutmakla kalmaz, merkezinde yazının ve kitabın olduğu bir hayatın öznesi de olur. Bu sebeple, küçük bir nahiye olan Barla, Necmettin Şahiner'in Yahya Kemal'den ödünç aldığı ifadeyle, "Aziz Barla"dır. Sekiz buçuk yıl misafir ettiği insan kendisinden kopartılıp ülkenin bilumum zindanlarında dolaştırılsa da bu böyle kalır. Çünkü o, Risale-i Nur Külliyatı'n doğum yeri ve 'ilk dershane'dir.
Sızıntı