Anladık ki; iman-Kuran hizmeti dolaylı değil, doğrudan yapılması gerekiyormuş.
Anladık ki; kâinatta en yüksek hakikat imanmış, imandan sonra namazmış.
Anladık ki; din hizmeti bütün siyasi meselelerin üstündeymiş.
Anladık ki; bir elde nur, bir elde topuz olmazmış.
Anladık ki; Cadde-i Kübra-i Kuraniye yolundan ayrılanların farkında olmadan dinsizlik kuvvetine yardım etmek ihtimali olabiliyormuş.
Anladık ki; Süfyan ölmemiş hâlâ vazife başındaymış.
Anladık ki; maddi terakki nazara verildikçe dindarlar da sekülerleşebiliyormuş.
Anladık ki; yılandan, akrepten ve çıyandan nasıl korkup çekiliyorsak aynen onun gibi ihlâs ve samimiyetimizi kıracak ter türlü sebeplerden de uzak durmak gerekiyormuş.
Anladık ki; “Müslümanları yenmek için ya Kuran’ı ortadan kaldıracağız ya da Müslümanları Kuran’dan soğutacağız” diyen İngiliz sömürü bakanı Gladstone, Kuran’ı ortadan kaldıramamış ancak Müslümanları Kuran’dan soğutmayı becermiş.
Anladık ki; Kuran’ın sönmez ve söndürülemez bir nur olduğu dünyaya ispat edilmesi gerekiyor ama ispat henüz bitmemiş.
Anladık ki; medenileri galebe çalmak ikna ile imiş, söz anlamayan vahşiler gibi icbar değilmiş.
Anladık ki; aç canavara muhabbetle yaklaşılmazmış.
Anladık ki; gerçekten bizim düşmanımız cahillik, fakirlik ve ihtilafmış. Bu üç düşmana karşı sanat, marifet ve ittifak silahıyla mücadele edecekmişiz.
Anladık ki; hiçbir müfsid ben müfsidim demezmiş, daima suret-i haktan görünür hatta batılı hak görürmüş.
Anladık ki; her kim olursa olsun, isterse alim-i mürşid olsun sözlerini hüsn-ü zan edip tamamımı almayacakmışız.
Anladık ki; Kürt meselesi milli bir mesele imiş.
Anladık ki; Kürt meselesinin sahibi ne hükümet ne de dağdaki şaki imiş. Meselenin asıl sahipleri Türkiye’de yaşayan, etnik unsuru ne olursa olsun herkesmiş.
Anladık ki; harici düşmanlara karşı bütün Müslüman’ların asayişi muhafaza etmesi, müspet bir şekilde yardım etmesi gerekiyormuş.
Anladık ki; fenalığa fenalıkla mukabele etmemek gerekiyormuş.
Anladık ki; ben iman ettim demekle iman etmiş olmuyormuşuz.
Anladık ki; din ve dinsizlik muvazenesi kıyamete kadar sürecekmiş.
Anladık ki; Cennet ucuz değilmiş, Cehennem ise lüzumsuz değilmiş.
Anladık ki; nasıl okçular tepesindeki sahabelerin kuşları cesetleri parçaladıklarını görse dahi yerlerinden asla ayrılmamaları gerektiği gibi; cemaatlerin de asıl vazifelerini terk etmemeleri gerekiyormuş.
Anladık ki; menfaat üzerine dönen siyaset canavarmış.
Anladık ki; mesele hakikaten ağaç falan değilmiş, Bolşevik baykuşlarının üzerimizdeki tarumarıymış.
Anladık ki; materyalizm ve darwinizm felsefesi hâlâ bitmemiş, hâlâ dinsizlik fikrini yaymak için canhıraşâne çalışıyorlarmış.
Anladık ki; baki, ölümsüz elmas değerindeki hakikatler; fani, çürümeye mahkum insanlar üzerine bina edilmezmiş. Edilirse o hakikatlere zulüm olurmuş.
Anladık ki; hakiki bir Müslüman, samimi bir mümin hiçbir zaman anarşiye ve bozgunculuğa taraftar olmaması gerekirmiş.
Anladık ki; asayişi netice veren müspet iman hizmeti içinde her sıkıntıya karşı, sabırla, şükürle mükellef olmak gerekiyormuş.
Anladık ki; alem-i İslam’ın kurtuluşu ittihad-ı İslam ileymiş.
Anladık ki; sana yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına asla yapılmayacakmış
Anladık ki; kusurları ifşa edenin Allah da kusurlarını ifşa edermiş, kapatıp ıslahına çalışanın ise Allah da hem dünyada hem ukbada kusurlarını kapatırmış.
Anladık ki; hakikaten kaderin üstünde bir kader varmış.
Anladık ki; insanlardan zekât gibi İslam’ın beş şartlarından biri olan bir farz vazifesini ifa ederken aldığınız zekâtın hakkını-hukukunu kendi malınızdan daha iyi muhafaza etmeniz gerekiyormuş.
Anladık ki; Bediüzzaman’ın istiğna düsturu bu zamanda hâlâ geçerliymiş ve kıyamete kadar da geçerli olmaya devam edecekmiş.
Anladık ki; Bediüzzaman’ın öğrettiği meslek ve meşrebi noksan görüp bu meşrebin dışına asla çıkmamak gerekiyormuş.
Anladık ki; Nur Talebeleri siyaset ile münasebeti ancak ve ancak Risale-i Nur’un maddi-manevi hukukunu muhafaza içinmiş.
Anladık ki; Risale-i Nur referans yapılarak maddi beklenti içine girilmezmiş.
Anladık ki; hırs, sebeb-i hasaretmiş.
Anladık ki; Risale Nur’a ilişilmemesi gerekiyormuş.
Anladık ki; Mevla görelim neylermiş, neylerse güzel eylermiş.