Kur’ân kıssalarında semboller arayışına dair Hz. Yunus (a.s) kıssası örneğinde bir tahlil denemesi…
Bir ifadeye onun barındırdığı anlam seviyelerini gözeterek muhatap olabilmek, çoğu zaman zorlu bir uğraştır. Üstelik bu zorluk derinlikli ifade ve metinler söz konusu olduğunda kendisini daha da yakından hissettirir. Hissettirir, çünkü lafızdaki kelime seçimi, bağlam, üslup, mecaz, sembol, hatta imla gibi unsurları dikkate alma ‘zahmeti’, anlam basamaklarında ilerleyebilmenin olmazsa olmaz şartlarındandır.
Diğer bir ifadeyle, bir sözü anlayabilmek o sözün kastı ve kapsamındaki manalara nüfuz edebilmekle birebir ilintilidir.
Ancak durum böyle iken, bazen tam da manaya nüfuz çabamızın kendisi o manayı yeterince göremememizin ana nedeni olur! Sözgelimi, lafızda gereğinden fazla (hatta lüzumsuz) yere ima, sembol veya mecaz aramak, -tıpkı sade ve anlaşılır bulduğumuz ilk manayla yetinme hatamız gibi- manayı ıskalamamızın başlıca nedenlerinden biri olup çıkar. Devamındaysa hem suretlerini aşamadığımız sembollerdeki asıl manalar hem de fazladan semboller ‘keşfederek’ uzak düştüğümüz manalar, şu hayattaki en büyük kayıplarımız hanesine yazılmış olurlar. Üstelik de maddi veya manevi hayatımızla ilgili her biri mühim bir nasihat, bir kural ve belki de hayati bir ders barındıran kayıplar olarak...
İşte böylesi kayıpların en bariz örneklerini ise bazı Kur’ân kıssalarına muhatap oluş şeklimizle sergileriz belki de! Örneğin o kıssalarda geçen (olaylar, kişiler, mekanlar, diyaloglar gibi) unsurları, bazen ‘yaşanıp bitmiş’ bir mazinin figürleri olarak görürüz sadece. Veya en fazla, kıssalardaki o unsurların bize bakan ilk anlamlarından öte yönleri ve rolleri olabileceğini pek düşünmeyiz.
Fakat bazen de tam tersine, bu ihtimalleri fazlasıyla düşünerek, onları ifrata varacak ölçülerde sembolleştiren bir okuma şekline imza atmış oluruz!
Oysa ayetlerdeki hikmet dolu kıssalardan istifademizi artıracak en önemli gayretlerden birisi de onlara tam olarak bu türden (Zahirilik ve Batınilik[i] gibi) aşırılıklara düşmeden muhatap olabilmektir aslında! Bunun içinse mecazı, sembolü, imayı o metinde usulü ve gereğiyle arayan yorumlara dikkat kesilmektir. Diğer türlü, mecazla hakikati birbirine karıştıracak ve okuduğumuz ayete onun beyan ettiği anlam derecelerinden uzak bir okumayla muhatap olacağız demektir.[ii] Halbuki “sakınanlar için doğru yola iletici bir rehber olduğunda şüpheye yer olmayan”[iii] bir vasıfla gönderilen Kur’ân-ı Kerîm’in, insanlara peygamber kıssalarını aktarmasında da bizzat bu vasfının, “doğru yola iletici bir rehber” olmasının kesin tecellileri söz konusudur:
“Peygamberlerin haberlerinden, senin kalbini pekiştireceğimiz her bir şeyi sana anlatıyoruz. Bunlarda sana hakikatin tâ kendisi, müminler için de bir öğüt ve hatırlatma gelmiştir.”[iv]
O halde bize düşen de ayetlerde geçen peygamber kıssalarını birer hayat hikayesi veya bazı tarihi olayların/kişiliklerin içyüzünü anlatan metinler gibi görebilecek yaklaşımlarımıza itibar etmemektir. Dahası, “o kıssaların Kur’ân’da geçmesinin ona muhatap kılınmış insanların dünyaları için de bazı anlamları olmalı” diyebildiğimizde ise; bu kez de “yanlış, yersiz, yetersiz ya da zorlama türden mecaz, sembol, ima çıkarımı” gibi bir hatanın da var olduğunu unutmamaktır.
İşte böylesi bir okuma hatasını ve bunun olası sakıncalarını izah için, Hz. Yunus aleyhisselam kıssası pek güzel bir örnektir herhalde!
Öyle ki, gece vakti denize atılarak bir balina tarafından yutulan Hz. Yunus’un pek samimi bir yakarışla bu vaziyetten kurtulması gibi muazzam bir hadiseyi, çoğu zaman ilk anlam dereceleriyle değerlendiririz. Söz gelimi, bu kıssayı Allah-u Teala’nın bu Peygamberi için bahşettiği parlak bir kudret mucizesi ve samimi bir duanın, kamil bir tövbenin örneği olarak okuruz sadece.
Ne var ki bu doğru, ancak hayli eksik bir okumadır!
Daha doğrusu, manası gayet açık olduğu düşüncesiyle metnin ileri anlam mertebelerine başvurulmamış bir okuma şeklinin kamil bir örneğidir. Hal böyle olunca, bu okumanın eksik kalmış kimi yönlerinin neler olabileceğini görmek ise, o kıssadaki unsurların aynı zamanda birer sembol boyutuna da sahip olup-olmadıklarına ve dolayısıyla “bunların kendi dünyalarımızda birer izdüşümleri olup olmadığına” dikkat etmekten geçecektir.
O halde şimdi bu kıssaya bu türden bir dikkatle daha yakından bakmaya çalışalım.
“Gece, deniz, balık..”
Hz. Yunus aleyhisselam kıssası gibi oldukça etkileyici bir olayı zahiri manası yanında semboller ve mecazlar yardımıyla da okuyabilmenin önemine dair derinlikli örneklerden biri de, Bediüzzaman Said Nursî’nin “Birinci Lem’a” adlı eseridir herhalde. Nitekim kıssada geçen “gece, deniz, balık” gibi gerçek unsurları bu eserinde öncelikle etkileri itibariyle değerlendiren Bediüzzaman, onları bu yolla, yani etkileri üzerinden sembolleştirdikten sonra o unsurların bizim dünyalarımızda ne gibi etkileri ve izdüşümleri olabileceğini bize şöylece hatırlatmış olur:
“İşte, Hazret-i Yunus Aleyhisselâmın birinci vaziyetinden yüz derece daha müthiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz istikbaldir. İstikbalimiz, nazar-ı gafletle, onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz, şu sergerdan küre-i zeminimizdir. Bu denizin her mevcinde binler cenaze bulunuyor; onun denizinden bin derece daha korkuludur. Bizim hevâ-yı nefsimiz, hûtumuzdur; hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahvına çalışıyor. Bu hut, onun hûtundan bin derece daha muzırdır. Çünkü onun hûtu yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hûtumuz ise, yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor.
İşte buna göre, Hz. Yunus aleyhisselamın hayatında o gün gerçek anlamlarıyla yer bulan bu kıssadaki figürler, bu özelliklerinin (gerçekliklerinin) yanı sıra, bu kıssaya muhatap kılınmış bizlere birer sembol olarak hitap eden (mecaz) rollere de sahiptirler.
Örneğin o aziz Nebi’yi kuşatan “gece” bizim için geleceği simgeleyebildiği gibi, geleceğe gafletle ve iman nazarı dışında baktığımız takdirde bize bu kıssadaki geceden çok daha dehşetli bir karanlığı ifade edecektir.
Veya O’nun atıldığı “deniz”, kendisini başıboş-sahipsiz gördüğümüz takdirde bizim için neredeyse her karışında cenazelerin bulunduğu korkulu bir deniz mahiyetinde olan gezegenimiz demektir.
Ya da nefsimiz, Hz.Yunus aleyhisselamı yutan ve onun sadece bu fani hayatını tehdit eden balıkla kıyasa gelmez ölçüde zararlı ve de bizi yutarak ebedi hayatımızı mahvetmeye çalışan “kendi ‘balığımızdır’”, hakeza…
O halde, Bediüzzaman’ın ilgili eserin ilerleyen satırlarında belirttiği üzere, bu kıssanın muhatapları olarak bizlerden beklenen okumalardan biri de bu kıssayı kesinlikle kendi hayatlarımız üzerinden de okuyarak benzer durumlarda Hz. Yunus’u örnek almaya çabalamaktır. İşte bunun içinse, tıpkı O’nun (aleyhisselam) gibi biz de içinde bulunduğumuz böylesi tehlikelerden kurtulmak için “umum esbabdan yüzümüzü çevirip, doğrudan doğruya, Müsebbibü’l-Esbab olan Rabbimize iltica” etmeliyiz. Dahası, anlamalıyız ki “gaflet ve dalâletimiz sebebiyle aleyhimize ittifak eden istikbal, dünya ve hevâ-yı nefsin zararlarını def edecek” ve de “bizim için istikbali, âhiretin icadıyla ışıklandıracak ve dünyanın yüz bin boğucu emvâcından kurtaracak” olan, ancak ve ancak “en ince ve en gizli hâtırât-ı kalbimizi bilecek” derecede bir ilmin ve hem geleceğe hem dünyaya hem de nefsimize hükmedebilecek bir kudretin sahibi olan Zât-ı Vâcibü’l Vücud’dur.
Üstelik tıpkı o Hazreti olduğu gibi bizi “dünyanın yüz bin boğucu emvâcından kurtaracak” da yalnız O Zat (C.C) iken, başımızdaki bu tehlikelere karşı bize de “başka hiçbir şey, hiçbir cihette, Onun izin ve iradesi olmadan imdad edemez ve halâskâr”[v] değildir.
İlgili ayetlerin bildirdiği bu kıssada Hz. Yunus aleyhisselamın başına gelenlerin aktardığı dersler, bu ibretli olayın bize bakan yönleri bunlardan ibaret değildir şüphesiz.
Sözgelimi, bu yönüyle bakıldığında belki daha iyi fark edileceği üzere, bu kıssa ve içindeki ‘semboller’ bizim için eşsiz bir “ümit dersidirler” aynı zamanda. Zira bir insanın içine düştüğü en feci ve kat kat karanlıklardan bile Rabbinin izni ve iradesiyle selametle kurtulabileceğini aktarmakla, bize oldukça hayati bir ışık yakmaktadırlar! Bu ibretli kıssa, bizi karanlıkta bırakabilecek her türlü “gece, deniz ve balık” karşısında bizim de Yunus aleyhisselam gibi ümidimizi asla yitirmememiz gerektiğini ders vermekte; dolayısıyla, ne kadar ‘extrem’ olursa olsun bizim için de “her karanlığın sonunun olabileceğini” müjdelemektedir.
Üstelik Yunus aleyhisselam kıssası “tam bir felaket hali” diyeceğimiz hallerden bile “tam bir umut hali” devşirebileceğimizi salık veren yönüyle, umudun aslında imanla birebir bağlantılı bir “can simidi” olduğunu hatırlatan bir Kur’ân dersidir de. Zira inanan bir kalp, elbette ki kendisini en koyu karanlıklardan bile aydınlığa kolayca çıkarabilecek bir kudrete iman etmektedir…
Bu kıssanın anlam denizindeki bir başka hakikat dersi ise bizim için pek ibretli bir tehlikeyi haber vermektedir: Bizi manevi karanlıklarda bırakacak her türlü ‘gece, deniz ve balıktan’ gerek fert gerek toplum olarak kaçınmadığımız sürece, sadece bu dünyada değil ahirette de “karanlıklarda” kalabileceğizdir maazallah! Zira Bediüzzaman’ın işaret ettiği üzere, hayatının sadece bir anında Hz. Yunus’u karanlıkta bırakan unsurlar o gün onun fani hayatını tehdit etmişken, bizim belki her gün karşılaştığımız “karanlık getiren unsurlar” ne yazık ki baki hayatımızı da tehdit etmektedirler.
Hakikat incelikleriyle yüklü bu kıssayı bu surette (kendi dünyamıza da hitap edebilecek ‘sembolleriyle’ birlikte) okuduğumuzda, bizi bir başka hayat dersinin, şöylesi önemli bir uyarının daha beklediğini söylemek de mümkün olacaktır belki:
Bizi manevi karanlıklarda bırakabilen unsurlar, hayatımıza genellikle bir sıralama ile girmektedirler aslında! Söz gelimi, Hz. Yunus aleyhisselamı ölümle yüz yüze bırakan o tehlike ânı, Hazretin başına “kat kat karanlıklar suretinde”, yani önce gece, sonra daha koyu bir karanlık olan deniz derinlikleri ve en sonunda ise hepsinden de karanlık olarak balığın karnı şeklindeki aşamalarıyla gelmiştir. Demek ki burada söz konusu olan, tonuyla birlikte tehlikesi de arttığı söylenebilecek aşamalı bir “karanlıklar kuşatmasıdır”! O halde bu tablonun dersiyle diyebiliriz ki, tıpkı söz konusu unsurların Hz. Yunus’un maddi hayatını aşama aşama karartmaları gibi; bizim manevi hayatımızı karartan unsurlar da genelde önce hafif seviyeyle hayatımıza girmekte ve sonra bizi git gide çevreleyerek içine düştüğümüz karanlığın katmanını artırmakta, nihayette ise en dehşetli haliyle bizi derinliklere çekebilmektedirler...
. .
Elhasıl, derinlikli pek çok okumanın yetkinlikle ispatladıkları üzere; kıssaları kısa yoldan okuyup geçmek bizi maddi ve manevi yönlerden türlü yetersizliklere ve kayıplara sevk edebilecektir. Ama buna karşılık, Kur’ân kıssalarındaki inceliklerin ve unsurların kendi dünyalarımıza yansıyabilecek sembollerini bulmak ve de bulduğumuz/bildiğimiz[vi] o sembollerin hakikatlerine muhatap olabilme çabası ise, bizi “tarife sığmaz hazinelere” ulaştırabilecektir.
Onun için, kıssalara yönelik olarak bizden beklenen şey “manaları kendi dünyamıza aktaracak sembollerden yoksun bir okuma şekli” olmadığı gibi; onları “bağlamlarından ve tarihi gerçekliklerinden kopararak salt sembol devşirme nazarıyla ele almamaktır” da aynı zamanda.
Zira “Kur’ân-ı Hakîmde bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz’î hadiseler, küllî düsturların uçları”[vii] oldukları gibi, o kıssalar gönderildiklerine iman ettiğimiz gerçek şahsiyetlerin hayatlarında gerçek manalarıyla yaşanmış ve hikmetli anlam basamakları barındıran gerçek birer hayat hikayesidir de.
O halde dikkat; basamakları, hele anlam basamaklarını görememek bize çok şey kaybettirebilir...
[i] Zahirilik, Kur'ân ve sünnetin zahiri yani görünen manasıyla ilgilenen ve sadece bu manaları kabul eden düşüncedir. Batınilik ise aynı kaynakların görünen anlamları dışında daha derin anlamlara sahip olduğunu, gerçek anlamları olarak da bu derindeki anlamları savunan akımdır. Bkz.: TDV İslam Ans., “Zâhiriyye”, “Bâtıniyye” maddeleri.
[ii] Söz konusu “okuma hatasına” ve bu hatanın yön verdiği bir nazarla temel dînî kaynaklara muhatap olmaya dair Bediüzzaman Said Nursî’nin şu uyarısı dikkat çekicidir: “Mecazın cevazı ise, belâgatın şeraiti tahtında olmak gerektir. Yoksa, mecazı hakikat ve hakikati mecaz suretiyle görmek, göstermek, cehlin istibdadına kuvvet vermektir. Evet, herşeyi zahire hamlettire ettire, nihayet zahiriyun meslek-i müteassifesini tevlid etmek şanında olan meylü’t-tefrit ne derece muzır ise, öyle de, herşeye mecaz nazarıyla baktıra baktıra, nihayette batınıyunun mezheb-i bâtılasını intaç etmek şanında olan hubb-u ifrat dahi çok derece daha muzırdır.” (Muhakemat, Beşinci Mukaddeme’den). Ayrıca aynı eserinde "İslâmiyetin mağz ve lübbünü terk ederek kışrına ve zahirine vakf-ı nazar ettik ve aldandık. Ve su-i fehim ve su-i edeple İslâmiyetin hakkını ve müstehak olduğu hürmeti ifa edemedik.” diyen Bediüzzaman, bu durumun neticesi olarak: “Tâ, o da bizden nefret ederek evham ve hayalâtın bulutlarıyla sarılıp tesettür eyledi.” şeklinde acı bir vakıa zikreder. Ki ilerleyen satırlarda bu acı vakıanın nedenlerine dair saydığı hatalarımızdan birisi olan “mecazatı hakaikine karıştırmak” ise, dini kaynaklara yönelik lafız-mana ilişkisini ıskalayan yersiz, yetersiz veya yanlış okumaların ne derece büyük ve yıkıcı bir hata olduğunu göstermesi bakımından hayli düşündürücüdür: “Hem de hakkı var. Zira biz İsrailiyâtı usûlüne ve hikâyâtı akaidine ve mecazatı hakaikine karıştırarak kıymetini takdir edemedik. O da ceza olarak bizi dünyada tedip için zillet ve sefalet içinde bıraktı. Bizi kurtaracak, yine onun merhametidir." (Muhakemat, Giriş).
[iii] Bakara S. 2/2.
[iv] Hud S. 11/120.
[v] Bediüzzaman Said Nursi, Lemalar, Birinci Lema’dan.
[vi] Burada dikkat edeceğimiz en önemli nokta, söz konusu kıssalardan dünyamıza doğan manaların doğru olup olmadıklarını test ederken bunların öncelikle nasla ve de din ve iman hakikatlerinin temel ilkeleriyle çatışan-çelişen çıkarımlar olmamaları ve bu şartın ise ana kriterimiz olmasıdır. Bunun yanı sıra söz konusu çıkarımlarımızı ilgili ayete dair tefsir ulemasınca yapılmış genel yorumlamalarla karşılaştırmak da sağlıklı sonuçlara ulaşma yolunda bize faydalar sağlayabilecek selametli bir usuldür.
[vii] Nursi, Sözler, Yirminci Söz - İkinci Nükte’den.