“Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış/Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış” mısralarında beyan edilen manaya göre; önemli olan “neye” bakıldığı değil, “niye” bakıldığıdır. Arza ve semaya kâtibi namına bakmamızı, yazan adına onları bir kitap gibi okumamızı isteyen Kur’an’ın kendisi; mevcudat ve mahlûkatı “varediliş” gayeleri itibarıyla iç âlemimizde anlamlandırmamızı ister.
Kelam sıfatıyla Kur’an’da kendine mahsus eşsiz bir eda ile konuşan Rahman, kudret sıfatının benzersiz sanatıyla da kâinat enva’ını sessizce konuşturuyor. Okumayı, anlamayı, anlamlandırmayı bilenler için kâinat, nihayetsiz mesaj yüklü bir kitaptır.
Anlam/a; aklın, inandığı hakikatlerin kesinliğine alışması, kalbin bunlar ile yatışması halidir. Anlamlandırma; varlığı “var edilmiş” olarak kabul etmenin ispat muştusu, varlığın alnında Var’ın imzasını okuma coşkusudur.
Anlam/a; varlığı “varolmuş” olarak izaha kalkışma değil, var eden adına varlığın varlık gayesine vakıf olmaya çalışmadır. Anlamlandırma; varlığın mahiyet ve hasiyetine ulaşma değil, maiyet ve mensubiyetine, yani esma ve sıfat cephesine kavuşma, varlıkla “Vareden” adına buluşmadır.
Varlık anlamını, değerini öncelikle sahibine olan intisabından alır. Buna izafet/marka değeri diyebiliriz. İkinci olarak ona takılan özellikler, onun ile ulaşılan güzellikler nispetinde kazanır. Buna da sıfat/menfaat değeri diyebiliriz.
Mesela, bir telefonun iki değeri vardır. Biri marka değeri; yani, hangi firma ile intisap/bağ kurmuş. Diğeri menfaate medar sıfat değeridir. Bağı kopmuş, hattı kesilmiş, bozulmuş bir telefon varediliş anlamına hizmet etmekten uzak olduğundan cepte taşınmaya değer bulunmaz.
Varlığın anlamını bilme, “niye” sorusuna ikna edici bir cevap bulabilme ile irtibatlıdır. “Varoluş” sorularını sorma, hayvan ile insanı ayıran en esaslı noktadır. Niye sorusunun cevabı ile anlamı bulunamayan her şey bunalıma bir davetiyedir.
Varlığı anlamlı yaratanı, varlığa anlam katanı göremeyen, iman intisabı ile kendini manidar kılamayan insanların, hayatlarını günah masasına yatırmaktan sakınmadıkları görülür.
Anlam/a sarayının bir silsilesi bir de külliyesi vardır. Anlam(a) silsilesi; doğruyu arama (taharri), doğrulama (tasdik), doğruyu alma (tahkik), doğru ile olma (tatbik) ve doğru adına adanmadır. Anlam/a külliyesi ise; varlığın zahirine (hüviyetine), batınına (mahiyetine), evveline (hakikatine), ahirine (hasiyetine/meyvesine) erme, varlığı vareden ile irtibata geçmedir (ilham).
Beşer tarihinde yanlışa kanma, yanlışa bağlanma, yanlışa saplanma, bittabi yanlışa adanma gerçeğinin arkasında, yanlışı doğru sanma hatası yatar.
Hariciler; doğruyu (vahyi), doğru okuyup yanlış anladıkları ve dahi yanlış anlamlandırdıkları için hükümlerini yanlış verdiler. Onlar, “Hüküm yalnız Allah’a aittir” ayetini yanlış anladılar ve yanlış anlamlandırıp yanlışa d/adandılar. Tüm cinayet ve ihanetlerini bu yanlış anlama ve yanlış anlamlandırma üzerine bina ettiler.
Yanlış anlama ve yanlış anlamlandırmanın arkasında, niyetin süfliyeti (ağraz-ı nefsiye) yoksa umumen nazarın cüz’iyeti (maraz-ı akliye) bulunur. Hakikati bütünüyle ihata edemeyen cüz’i nazar, önde olmasa da sonda niyeti de ifsad ile süfli kılar. Nazar-ı cüz’i ile görülen hakikatin bütününden bir parça olduğundan, verilen hüküm galiben yanlış olur.
Elhasıl; hakikate ve hadisata süfli ve cüz’i bir nazar ile bakanlar, herkesin gördüğünden farklı şeyleri göremez! Bütün yeni keşfiyatlar, Nur’un kaynağına ulvi ve külli bir nazarla bakanlara ait mana parıltılarıdır.
Rabbimiz; varlığı külliyetiyle anlama, değeri kadar manidar görme, kıymeti kadar ehemmiyet verme, yolunda sarf edip rıza cennetine erme nimetine kavuştur bizi!