Aziz dostlar! Cevabını bulma mükellefiyeti altına girdiğimiz sual:
“Bediüzzaman, Risâle-i Nur ve Nurculara gelen itiraz, tenkid, tahkir ve iftiralara nasıl cevab vereceğiz? Cevab tarzımız, üslûbumuz nasıl olmalı?”
En kötü cevab, anlaşılmamış suale verilen cevabtır. Cevabın sihhati, sualin doğru anlaşılmasına bağlı. Demek öncelikli meselemiz, suali doğru anlamaktır.
Hedefte üç temel unsur var: Birincisi Bediüzzaman, ikincisi Risâle-i Nur Külliyatı, üçüncüsü Nurcular!.. Bu üç unsurda medar-ı itiraz, tenkid, tahkir olan hususları gözden geçirmeden, bütününe vâkıf olmadan karşı koymanın imkânı yok. Demek müdafaasıyla mükellef olduğumuz bu üç unsuru iyi bilmek, doğru tanımak ve bütünü ihâta etmek mecburiyetindeyiz.
İftiranın da kendine göre bir zemini vardır, o zemini de doğru tahlil ve tasnif etmemiz gerekiyor. Müfterilerin hangi saik ve maksatlarla iftiraya tevessül ettiklerini bilmezsek, müessir cevab verme şansı kaybederiz. İftira olduğunu isbat da bir cevabdır ama niçin iftira atıldığıyla birlikte ortaya koymak, daha mukni ve caydırıcı olur.
Sualin tesbit ve tahlilinden sonra soruya nasıl cevab vermek gerektiğine gelince; konuşarak pek tabiî. Lakin nasıl bir konuşma? Risâle-i Nurlarla haşir neşir olmaya başladığım yıllarda Üstad’ın dünyasında çok şaşırtıcı, çok çarpıcı, çok farklı şeylerle karşılaşıyordum; yaklaşık kırk yıl kadar öncesinden bahsediyorum. Sonra, Yahya Kemâl’in “ülfet belâlı şey” dediği maraza yakalandım ve o göz kamaştırıcı aydınlık, o şaşırtıcı mücevher zenginliği sıradanlaşmaya başladı. Bu umumî marazı belki başka bir zaman konuşuruz, şimdilik şu konuşma meselesinin halline çalışalım.
Üstad’ın yeni tanıdığım dünyasında herşey konuşuyordu: Taş, toprak, hava, su, çiçek, ağaç, hayvan ve insanlar. Câmid ve nebat olanlar lisan-ı hâl, hayvanlar zayıf bir lisan-ı kal ve kuvvetli bir lisân-ı hâl; insanlar ise kuvvetli lisân-ı kâlleriyle birlikte daha kuvvetli bir lisân-ı hâl ile de konuşuyordu. Bu göz kamaştırıcı tasnif ve tahlil ilk karşılaşan için çok çarpıcı idi, hâlâ öyle olması gerekir ama alıştığımız için eski heyecanı yaşamıyoruz.
Demek elimizde iki dil var: Birincisi kâl, diğeri hâl. Üstad her iki dile de ehemmiyet verir ama hâl diline bilhassa daimî tahşidatta bulunur. Zirâ, hâl dilini şekillendiren irfân, inanç ve bir ömür boyu yaşayıp öğrendiklerimizdir. Başka bir tabirle, ahlâkımızdır. Hz. Aişe vâlidemizin Resul-i Ekrem (A.S.V.)’ın ahlâkını soranlara, “Hulukuhu’l Kur’an” demesi ne kadar sarsıcı bir hakikattir.
Bu bahiste Üstad ne diyor:
"Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef’âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler. Belki, küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete dehalet edecekler.” (Hutbe-i Şâmiye)
Uzama istidadı olan ama kısa kesmeye mecbur olduğum bu dil tahlilinden sonra mevzua avdet edelim.
Bu adımdaki mükellefiyetimiz, cevabımızı kanatlandıracak olan dilin nasıl olması gerektiğini bulmaktır. Risâle-i Nur, bu hususta yeterince yol göstericidir; sair kaynaklarla tahkim, nurun âlâ nur olur. Çok da müşkil bir vaziyetimiz yok, bir parça gayret ve dikkat doğruyu bulmamıza kâfi gelecektir. Önümüzü bir nebze aydınlatacak, ışık tutacak deniz fenerleri olan bir ummandayız. Şu ışığı parlak fenerin aydınlığına çoğunuz yürümüştür, bir daha ziyaret etmekte fayda var.
"Ulûm ve fünûnun en parlağı olan belâgat ve cezâlet, bütün envâıyla âhir zamanda en mergub bir sûret alacaktır. Hattâ, insanlar kendi fikirlerini birbirlerine kabul ettirmek ve hükümlerini birbirine icrâ ettirmek için, en keskin silâhını; cezâlet-i beyândan ve en mukàvemetsûz kuvvetini, belâgat-ı edâdan alacaktır." (Sözler)
Hükmün aydınlığında iki temel hakikati parlak bir şekilde görmek mümkün: Birincisi, ulûm ve fünûnun en parlağının “belâgat ve cezâlet” olduğu; diğeri, âhir zamanda hemen her çeşidiyle rağbet göreceği.
Mefhumlar, muayyeniyetlerini kaybettiklerinde ifâde ettikleri sarâhat da kaybolur. Binaenaleyh mefhumun karşıladığı mânâları doğru bilmek gerekir. Üstad bu bahiste, “aşağı-yukarı” tembelliğiyle bakıldığında, birbirlerini tedâî ettirecek iki terkib zikrediyor: “cezâlet-i beyân” ile “belâgat-ı edâ”.
Kafa yormadan, tahkikat zahmetine katlanmadan bakacak olursanız, her iki terkib de sözdeki belâgat ve cezâlete bakıyor. Acaba hakikat-i hâlde de öyle mi?
“Cezalet-i Beyan” için lugat kısaca “ifâde akıcılığı, ifâde güzelliği” diyor. Doğru... Terkibin yapısını anlamak için sual tevcihi emin yoldur: “Kimin/neyin cezâleti?” Elcevab: Beyanın. Amenna...
İkinci terkib için göz attığım lügatler, çuvallamış gibi görünüyor: “Üslûb ve ifâdedeki belagat”. Bir kere ifâdenin burada yeri yok, belgatin varlığından hareketle zikrine mecbur kalınmış. Edâ, için “üslûb” demek, ne kadar doğru? Mefhumun âşinası olduğumuz ilk karşılıkları: “Tavır, tarz, hâl...”
Daha fazla zorlamadan az önceki kalıb soruyu bir daha soralım mı? “Kimin/neyin belagati?” Elcevab: Edânın... Hadi zihinlerdeki galata küçük bir hisse verelim ama asıl anlaşılması gerekenin “hâl dili”nin belâgat ve güzelliği olduğu, açık değil mi? Bu kanaatimi sarsacak bir ihtimâl ve teville karşılaşmadım, bilmiyorum.
Peki “belâgat” ne?
Elcevab:
“... hakikat-i belâgat olan mutabık-ı mukteza-yı hâle mutabakat” (Lem’alar)
Üstad’ın cevabında karşılaştığımız en yeni unsur: “mutabık-ı mukteza-yı hâle mutabakat.” Yâni; hâl, ne tarz üzere olmayı iktiza ediyorsa, öyle olmak; nasıl konuşmayı gerektiriyorsa, öyle konuşmak. Uçurumdan düşen kazazede, yanık bir türkü tutturmaz; çığlık atar, feryad ü figân eder. Zirâ, hâlinin muktezası türkü söylemek değil, çığlık atmakdır.
Mukteza-yi hâli idrâk ve takdir edemeyenden doğru cevabın sâdır olması, tesâdüfî bir tâlihe bakar. Bir sefer isabet etse, bin sefer hata eder. Aslolan, öncelikle vaziyeti takdir ve teşhis etmekdir. Cevab onun üzerine bina edilirse, isabet kaydeder.
Belâgat, mukteza-i hale mutabık hareket etmekse, şimdi baştaki iki terkibi daha iyi anlayabiliriz demektir. Bu sarâhate göre, âhir zamanın karşı durulması imkânsız iki silâhının birincisi sözün cezâleti, diğeri lisân-ı hâlin belâğatıdır.
Hilmin gerektirdiği yerde halim selim olmalı, celâdetin zaruret kesbettiği yerde ise aslan kesilmeli. Birinci Sözü ders verdiğin çocuğun yanında müşfik ve mütevazi bir ders arkadaşı; dinine dahletmiş bir zâlimin karşısında, kılıcından kelleler damlayan Halid Bin Velid olmalı.
Mesele bu kadarla da bitmiyor elbet, bütünü ihâta etmekteki güçlük, karşı karşıya kaldığımız başka bir problem. Seksen küsur yıllık dolu dolu bir hayata serpiştirilmiş binlerce hakikat ve hikmet ile altı bin sahifeyi bulan çetin mi çetin bir külliyatı kucaklamaya çalışıyoruz!.. Nasıl ihâta edeceksiniz? Halli kolay bir dâvâ mı bu? Değil elbet... Ter dökmek, emek vermek, çilesini çekmek gerekiyor. Aksi takdirde tuti kuşları misâli hafızaya atılmış bir kaç vecize ile hikmeti anlaşılmamış bir kaç hâtıranın loş aydınlığında el yordamına mahkûm kalırsın.
Bu bahis için herkesin malûmu olan en parlak teşbih, körlerin fil tarifidir. Yakaladığı ve muttali olduğu kadarı ile bütün için hüküm çıkarmayı ifâde eden bu garabet, maalesef temel zayıflıklarımızdandır. Bütünü ihâta edemediğimiz, muhakeme ve tahlil zahmetine katlanmadığımız için elimizin ilk uzandığı ile hükmediyoruz. Çoğu zaman da çuvallıyoruz tabiî. Selâmetli ve emin yol, bütünü ihâtaya çalışmaktır.
Yetiyor mu? Hayır... Muhakeme ve tasnif etmek, muvazeneye vurmak da gerekiyor. Misâlin aydınlığına bir daha koşmakta fayda var.
Meselâ, mürşidine ölesiye bağlı, kabiliyetleri zayıf iki şâkird düşününüz. Biri bir gün kalabalık bir ziyafette meclise buyur edilen bir a’mânın bastonun kirli ucunu pilav tepsisine dokundurmasına şahid olur. Tam celâllenip garibanı parlayacakken, mürşidi usulca, “A’mâdır, beceriksizliğini hoş gör!” der. Şâkirdin zihnine beceriksizlik, a’mâlığın bir vasfı olarak kazınır.
Bir başka gün, diğer şâkirdin bulunduğu bir mecliste aynı a’mâ, sesinin bütün güzelliği ile muhteşem bir Kur’an tilavetinde bulunur. Mürşid, bu hâfız-ıl Kur’an için hissiyatını, “Ne de olsa a’mâdır, Maşaallah, barekallah!” diye ifade eder. Bu şâkirdin zihnine ise muvaffakıyet, beceriklilik a’mâlığın vasfı olarak kazınır.
Şimdi bu iki şakirdin baş başa a’mâ için yapacağı tarifte birincisi beceriksizliği, ikincisi muvaffakiyeti resmetmeyecek midir? İkisi de hem haklı, hem de haksız değil mi? Yanlışlarının sebebi, bildiklerinin yanlışlığı değil, bütünü bilmemek; tamamı ihâta edememiş olmak. Oysa ikisi de hükmünü mürşidinin sözlerine bina etmektedir.
Bu misâl bizi Üstad’ın başka bir dersine götürmek içindi:
“Kur'ân, başka kelâmlarla kabil-i kıyas olamaz. Çünkü, kelâmın tabakaları, ulviyet ve kuvvet ve hüsn-ü cemâl cihetinden dört menbaı var: Biri mütekellim, biri muhatap, biri maksat, biri makamdır. Ediplerin, yanlış olarak yalnız makam gösterdikleri gibi değildir. Öyle ise, sözde kim söylemiş, kime söylemiş, niçin söylemiş, ne makamda söylemiş ise bak. Yalnız söze bakıp durma.” (Sözler)
Bu kuvvetli hakikat dersini rehber edinmediğimizden, çoğu zaman elimizdeki doğru malzemeye rağmen, yanlış hükümler veriyoruz. Üstad’ın farklı zamanlarda, farklı makamlarda, farklı muhatablara, farklı maksadla sarfettiği çok söz var ki, bir araya getirildiğinde biri diğerini red veya nakzeder. Binaenaleyh, herhangi bir sözü unsurlarından koparıp değerlendirmek yanlıştır. Nüzul sebebi bilinmeden tefsir yapılamayacağı hakîkati, herhangi bir hükmün doğru anlaşılması için de câridir.
Bütün bu zihnî muhasara gayretinden sonra suale bir daha dönecek olursak, sanırım işimizin çok da zor olmadığını göreceğiz.
Öncelikle tenkid, itiraz veya iftira kimden geliyor? Konuşan bir kâfir mi, bir mü’min mi, bir münafık mı, bir budala mı; hattâ bir komite mi; bilmek zorundayız.
İkinci adımda, muhatabının kim olduğuna, sesini kime veya kimlere işittirmeye çalıştığına bakacağız.
Üçüncü adımda niyet ve maksadının ne olduğuna anlamaya çalışacağız. Maksadının kimliği ile sıkı bir münasebetinin olduğunu unutmayacağız.
Nihayet niçin bu zaman? Devrin ilcaatı ne? Meselâ son iki yılda artış gösteren bu hücumların Gülen alçaklığı sonrasının da bir ilcaatı olduğunu görmek gerekiyor.
Bütün bu unsurlar doğru tesbit, tahlil ve tasnif edildikten sonra; ehil kardeşlerimiz münferiden veya mümkünse bir heyetin aklı ile meşveret ederek mukteza-i hâle mutabık cevab vermeliler.
Teferruat ve uzatmaya kabiliyeti olan bahsi daha fazla uzatmanın irfânınızı rahatsız etmesinden endişe duyarım. Ana hatlarıyla mevzuu tavzih kabiliyetim ancak bu kadarına müsaiddi. Daha iyisi ve şümullüsünün ulemanın vazifesi olduğu ortada.
Gayret bizden, Tevfik Allah’dan. Rabb’im rızasından ayırmasın.
(Köprü Dergisi'nin 139. sayısında yayınlanmıştır.)