Yaygın tariflerine göre tarihin öncelikli ve asıl hedefi, insanlara geçmişi doğru şekilde öğrenebilecekleri bilgileri sunmak ve bu suretle hem bugünü anlayabilmelerine hem de geleceğe daha iyi hazırlanmalarına yardımcı olmaktır. Buradan hareketle tarihçinin bu “hizmetteki” rolü ise, “Tarih nedir?” adlı eseriyle maruf tarihçi E.H. Carr’e göre bellidir aslında: "Tarihçinin görevi, geçmişi sevmek ya da geçmişten kurtulmak değil, bugünü anlamanın anahtarı olarak onu öğrenip anlatmaktır."
Ne var ki bu ideal tariflerine rağmen “tarih” ve “tarihçi” kavramlarının her zaman bu tarifler içerisinde kal(a)mamaları, hatta kalmalarının hoş görülmemesi gibi kadim bir sorunları da bulunmaktadır. Örneğin geçmişteki bazı olaylara, eserlere ya da kişiliklere yönelik inkâr, iftira, çarpıtma, kötüleme, aşağılama gibi faaliyetlere hizmet ettirilen bir geçmiş bilgisi; tarihi uyması gereken tariflerinden uzakta ve asıl gayesi yerine farklı amaçlar için ele almanın yaygın bir örneğidir.
Ancak tarihi aslî mecrasından uzaklaştırarak farklı amaçlar için “kullanışlı bir araç” haline getirmenin tek yöntemi inkâr, iftira vb. gibi “negatif usuller” değildir elbette. Zira tarih kimi zaman siyasî, kültürel veya ekonomik heveslerden beslenen rantlar uğruna; kimi zaman da birlik, inşa, kalkınma gibi iyi amaçlar öne sürülerek “pozitif usullerle” de kolayca çarpıtılabilen bir mecradır. Hal böyle olunca, tarihi ve tarihî figürleri birer araç kılma işleminin genel anlamda bu iki ana yöntemle gerçekleştiği, fakat sonuçlarından bağımsız olarak her iki yöntemin de aslında “gerçeklerin eğilip-bükülmesi” başlığı altında aynılaştıkları unutulmamalıdır. Söz gelimi, bu yöntemlerden “itham, inkâr, iftira, genellemek” ya da “abartmak, insanüstüleştirmek, tek tipleştirmek, haksız halef-seleflik iddiası” gibi negatif ve pozitif usulleri kendi mahallelerinde ayrı ayrı kullananlar, son tahlilde aynı vebale imza atmış olmaktadırlar: Konu edilen tarihî olayları ve kişilikleri olduklarından farklı göstermekle, onların hukukunu ihlal ve hatıralarına hürmetsizlik etmek vebali!
Üstelik bunun, Allah’ın yaratmadığı, yapmadığı ve olmasını takdir etmediği bir şeyi sanki O (c.c) yapmış, yaratmış ve takdir etmiş diye aktarmak şeklinde özetlenebilecek bir cürüm olması ise, haber verdiği mühim itikâdi tehlike açısından daha da dikkate değerdir..
Ama tam da burada, geçmişi çarpıtmalarla aşağılayan kesimler yüzünden bolca şahidi olduğumuz “negatif usulle araçsallaştırmak” yönteminden çok, tarihi ve tarihî kişilikleri “pozitif usulle araçsallaştırarak” yapılan haksızlıktan söz etmek daha doğru olacak gibi. Zira bahsi geçen bu yöntemlerin birincisinde, tarih, ele alınan tarihî figürlere açıktan bir karşıtlıkla çarpıtılırken; ikincisinde onlardan taraf olmak iddiasıyla tarihin “dolaylı ve örtülü şekilde” eğilip-bükülmesi, yani daha sinsi bir tarih istismarı söz konusudur.
Aslında tarihî figürleri neredeyse ‘insanüstü’ gösteren bu ikinci yöntemdeki tarih anlatımı ve iştigali, onların yeni nesillerce örnek alınmaları yerine o gözlerde bir nevi karikatür objesine dönüşmelerinin de başlıca faktörüdür. Üstelik onları kendi politik tercihlerimizin selefi-kökeni olarak göstermek de tıpkı bunun gibi, hatta bundan daha fena bir tarih istismarı türüdür! Oysa ecdadı tam da olduğu gibi, hatasıyla sevabıyla bir insan olarak, fakat tıpkı bizim gibi hataya düşebilen birer insan olmalarına rağmen, yine de yüksek bir medeniyete imza atmaya nail olmuş insanlar olarak aktarmak, tarihten alacağımız ve bugünkü gayretimizi arttıracak asıl mirasımızdır.
Ve bu ise elbette eğilip bükülmemiş bir tarih anlatımıyla, dahası tarihi “aparatlıktan”, araçlıktan kurtarmakla mümkün olacaktır.
Fakat malum, bu iş pek zor bir uğraştır da aynı zamanda. Çünkü hamasetin ve ‘seçkinliğin’ aracı kılınmış bir tarih anlatımının kitleler üzerindeki yönlendirici gücü, kimileri için vazgeçilmesi asla düşünülemeyecek verimli bir kaynaktır. İşte böylesi bir kaynağın elde tutulması içinse tarihten cımbızlanmış -kimi doğru kimi yanlış- başarı sahnelerinin o kitlelere her fırsatta hatırlatılması, böylelikle o kitlelere ‘karşılarında bu başarıları arzulayan kimselerin olduğu’ ve de ‘onlarla birlikte o başarıların yolunda gitmeleri gerektiği’ mesajlarının verilmesi şarttır.
Oysa tarihe ve tarihçiye sadece geçmişteki başarıları duyurma görevi yüklemek veya tarihî figürleri bazen tarihsel gerçekliklerinden de uzak şekilde günümüzün politik, ideolojik, kültürel ve ekonomik-turistik “araçları” haline getirmek, günümüzdeki başarısızlıkları gizlemenin en popülist ve kolaycı bir yoludur! Zira bu yol için oluşturulan tarih söyleminin kitleler üzerinde ne derece etkili bir uyuşturucu olduğu, ya da mevcut eksikleri ve yanlışları kolayca örtebilen farazî bir tatmin aracı kılınabildiği, sanırım tarihte olduğu kadar günümüzde de kendisini ispat etmiş bir vakıadır. Bu şekildeki ‘kullanışlı’ tarih anlayışının -çarpıtmasa bile- geçmişten sadece başarıları ön plana alarak onları hamasete ve popülizme payanda kılması ise, yine ancak günü kurtarmaya yönelik, geçici, tadımlık, uyutucu sonuçlara yarayacaktır. İşte bu tipteki bir “aparat tarih” sorunları aslıyla çözemediği gibi, onların yığılarak büyümesinin de ana aktörlerinden birisidir.
Buna mukabil, gerçek tarih biliminin kimi zaman tatsız, kimi zaman acı verileri ise, gerçeklerle yüzleşmenin, dahası ataların hatırasını istismar ile onu günümüzdeki başarısızlıkları ve sorunları gizleme aracına dönüştür(e)memenin en önemli yollarından biridir..
Elhasıl, tarihle ve dolayısıyla kendimizle ilgili asla unutmamamız gereken bir gerçek, sanırım her daim bizi beklemekte: Güzel yarınların inşası bugünü kurtarabilecek ‘tatlı’ çarpıtmalarla değil, bizi hâlimizle yüz yüze getirip hata ve eksiklerimizi gösterecek acı gerçeklerle mümkün olabilir.
Hem, tarihin kılavuzluğunu görebilmemiz ‘gözlerden’ çok “bilgiye erişme ve onu muhakeme etme gayretimize” bağlı değil midir acaba? “Tarih, okuyana kendi gözünün görme derecesine göre yol gösteren bir kılavuzdur” diyen J.J.Rousseau, bu kelamında külliyen haksız mıdır yoksa?…