Tanzimatla başlayan Avrupa hayranlığı döneminde, Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri dönemin yöneticilerini ve aydınlarını ikaz ederek, Batının sadece ilim ve tekniğine talip olmamızı, bizimle çok noktada ters düşen kültüründen ise uzak durmamızı önemle vurguluyordu.
Bir Müslüman’ın Batı kültürünü bütünüyle kabul etmesinin mümkün olamayacağına dikkat çekerken, “Aramızdaki dere pek derindir; doldurup hatt-ı muvasalayı temin edemezsiniz. Ya siz de onlara iltihak edersiniz veya dalâlete düşer, boğulursunuz.” (Mesnevî-i Nuriye) diyordu.
Gerçekten, bu iki kültüre sahip insanları bir noktada buluşturmak mümkün değildir. İçki ya içilir veya içilmez, bunun hatt-ı muvasalası yani ortak bir buluşma noktası yoktur. Keza, kumar da ya oynanır veya oynanmaz; onun da ortası yoktur. Kısacası bütün güzelliklerin menbaı olan imanla, bütün kötülüklerin kaynağı olan küfür bir kalbde birlikte bulunamayacakları gibi, onları benimseyen insanlar arasında da ciddî ve samimi bir beraberlik tahakkuk etmez, gerçekleşmez. Sadece, günümüzün yaygın ifadesiyle “karşılıklı menfaat ilişkileri” bu kimseleri belli meselelerde buluşturur, ama aradaki derin uçurum da varlığını sürdürmeye devam eder.
…
Kur’ân-ı Kerîm, Müslümanların hem şahsî ve aile hayatlarına, hem de toplum hayatına esaslar getirmiş, Allah Resulü (asm) bunları ümmetine bütün tafsilatıyla anlatmış ve hayatıyla fiilen sergilemiş ve ders vermiştir. Bir Müslüman Allah’a nasıl inanacağından, namazını nasıl kılacağına, ticaret hayatında hangi esaslara uyacağına kadar her şeyi Peygamber Efendimizden öğrenmiştir.
Üstat Hazretleri buna çok güzel bir örnek veriyor ve Peygamber Efendimizi (asm) bir sarayın tamamını aydınlatan merkezî bir lambaya teşbih ederek, bir Müslüman’ın her konuda ondan ışık aldığını, her şeyiyle ona bağlı olduğunu nazara veriyor. Bundandır ki bir Müslüman, Peygamber Efendimizden (asm) alâkasını kesse, ruh âleminde ve ahlâk dünyasında tam bir çöküntüye uğrar. Ve sonunda küfür karanlığına düşebilir.
Bir Hristiyan ya da bir Yahudi için durum çok farklıdır. Onlar gerek şahsî hayatlarını, gerek toplum hayatlarını tahrif olmuş semavî kitaplarına göre değil, beşerî kanunlarla ve toplum kültürüyle belirlemişlerdir. Bu kültürün bazı esasları, temelde yine dine dayanmakta ise de uygulamada durum çok farklıdır. Onlarda bir yasaktan sakınan kişi, bunu kanunlara uymak için yaptığından bu şahsın dine olan bağlılığı tamamen kopsa da yaşama düzeninde büyük bir değişiklik olmaz.
İslâmiyet, hem ferdin şahsî hayatı hem de toplum düzeni konusunda emir ve yasaklar getirdiğinden bir Müslümanın bunlara uyması sevap, uymaması günah ve isyan olmaktadır. Beşerî kanunların hâkim olduğu toplumlarda ise böyle bir durum söz konusu değildir. Onlarda emirlere uymanın bir mükâfatı yoktur. Ancak, yasaklara uymamanın cezası vardır. Yani toplumun düzeni, İlâhî emir ve yasaklarla değil, beşerî kanunlarla temin edilmektedir.
Bundan dolayı, bir Müslüman, Peygamber Efendimizin (asm) yolundan dönse, “hayat-ı içtimaiyede (toplum hayatında) bir zehir” hükmüne geçer.
…
Allah’a ve ahirete inanmayan insanlar, ölüm ve ötesini düşünmeyip günlerini gün etme konusunda hayvanları örnek almış gibidirler. Onların temel felsefeleri şöyle özetlenebilir: “Nasıl olsa öleceğiz, ölümden sonra da bir başka hayat olmadığına göre, ölümü düşünüp rahatsız olmak yerine, onu hiç düşünmeyip dünya zevklerinden mümkün olduğu kadar çok tatmalıyız.”
Peygamber Efendimiz (asm) ise bir hadis-i şeriflerinde, “Lezzetleri acılaştıran ölümü çok zikrediniz.” buyururlar. Ölümü hatırlamak, kişiyi ebedî hayat için daha fazla çalışmaya götürür. Yine ölümü düşünmek, ahirette “zerre miskal hayrın da, şerrin de” hesaba gireceğini hatırlatmakla kişiyi günahlardan, isyanlardan ve gayr-ı meşru zevklerden uzaklaştırır.
Ölümü düşünmek, insanı hayvandan ayıran çok önemli bir özelliktir. Cenâb-ı Hak (cc), hayvanlara ölümü bildirmemiştir. Zira, onların makamları sabit olduğundan böyle bir bilgi onları daha fazla amel işlemeye sevk etmeyecek, aksine hayatlarını karartacak, üzüntülerini artıracaktır. Buna ise Allah’ın rahmeti ve hikmeti müsaade etmemiştir.
Ölümü düşünmeyip sefahat yolunu takip eden insanlar, ayette haber verildiği gibi hayvanlardan daha aşağıdırlar.
“(Onlar) hayvanlar gibi, hattâ daha da aşağıdırlar.” (A’râf Sûresi, 179)
Zira hayvan günahsızdır, isyansızdır. Kendisine kaderin çizdiği bir hayat tarzını aynen sürdürmektedir.
İlâhî haberleri ve tehditleri hiçe sayan insanlar elbette hayvandan daha aşağı bir derekeye düşerler. Bunun neticesi ise cehennemde ebediyen azap çekmektir.