Libya’da İftar Yemeği
Dünyanın en izzetli topluluklarından biri de Araplardır. Gerçi Arap ülkelerine göre farklılıklar olabilir lakin çoğunlukla aynı karakteristik özellikleri taşırlar.
Bir gün Libya’da iken gemimizdeki iftar yemeğimize acentemizi davet ettim. (Acente demek geminin bürokrasi işlerini halleden ve bu iş karşılığında ücret alan kurumdur) Acente yetkilisi gelirken eczacı bir arkadaşını da getireceğini söyledi. Ben de memnuniyetle kabul edeceğimi söyledim.
O akşam iftar yemeğimizi yedikten sonra güzel bir Türk Kahvesi içtik. Acentemiz ve özellikle eczacı olan arkadaşı onları ağırlamamızdan çok etkilenmişti. Misafirlik derken yeri gelmişken söyleyeyim. Her ne kadar yabancı bir limanda olsanız ve geminiz yanaşmış vaziyette dahi olsa Türk bayrağı taşıyan gemiler Türkiye toprağından sayılır. Gemi içerisinde Türkiye’nin hukuku geçerlidir.
Sohbetten sonra misafirlerimiz tutturdular “illa bizde de iftar yiyeceksiniz” diye. Çaresiz ısrarları kabul etmek zorunda kaldık. Allah’tan zamanımız müsait idi. Limanda tahliye işlemi yapıyorduk ve “Ramazan Mesaisi” geçerliydi. Yani işler ağırdan ilerliyordu.
Eczacı olan misafirimizin evine gittik. Bize meşhur yemeklerinden olan “kus kus” ikram ettiler.
Kus kus nasıl bir yemek? Tarif edeyim. Bildiğimiz pilavı düşünün. Ama içinde her şey var. Etinden tavuğuna, fıstığından kurumuş üzümüne hatta ceviz, fındık içi birçok kuru yemişin olduğu bir pilav.
Koca bir tepsi içinde sunuyorlar. Herkes önünden yiyor. Araplar daha ziyade elle yiyorlar lakin bizim iftarda herkesin önüne çatal koymuşlardı ve isteyen istediği gibi yiyebildi.
Nasıl lezzetli miydi? Elbette ne de olsa iftar sofrasını benim gibi vejetaryen olan birisi dahi beğendiğine göre sormamak gerekir.. Zira iftar sofrası gerçek iştahı kazandırdığı için bütün yemekler lezzetli olur.
Cenabı Allah, bütün kardeşlerimizin sofralarını bereketli ve lezzetli kılsın…
Türk kahvesi
Her iftar yemeğinden sonra kahve içmek özellikle yaşlı Türklerde bir adet olmuştur. İngilizlerin “meşhur beş çayı” gibi Türklerin de kahvesi meşhurdur. Gemimize gelen yabancılar özellikle “Türk kahvesi” içmek isterler. O yüzden bir kaptan ne yapıp edip gemide kahve bulundurmak zorundadır. Aksi takdirde ülkemizi iyi bir şekilde temsil edememiş olur.
Kahve özellikle Brezilya’da bulunan tropikal bir ağacın ürünüdür. Şimdi Türk kahvesi de nereden çıktı? Demeyin. Malumunuz kahvenin yapılış şekli bu sözü dedirtiyor.
Avrupa’ya kahve ilk defa Türkler vasıtası ile gelmiş. Avrupa’daki binlerde “cafe” bize özentiden doğmuş.
Bir araştırmacıya göre ilk “cafe” ler 1671 yılında açılmış. Fransız yüksek sosyetesi, dönemin Osmanlı Elçisi Süleyman Ağa sayesinde tanıştıkları kahveyi zenginliğin en önemli göstergesi olarak sunmaya başlamış.
Paris’in şimdi çok meşhur olmuş cafe’leri bir zamanlar “Türk likörü” denilen ve kahve içilen yerlermiş. İlk cafe de 1675 yılında açılmış.
Avrupalılar kahveyi bizim gibi yapmazlar. Gerçi İtalyanların da bir çeşit bol köpüklü bir kahvesi varsa da genellikle “neskafe” dediğimiz şekilde yapılır. Bu tip kahve yapımı çok basittir. Kaynamış suyun içine koyarsın kahveyi karıştırırsın olur biter. Lakin Türk kahvesi öyle basit değildir. Öncelikle cezvesi olmalıdır ve kaynatılması özen gerektirir. Kısaca ince bir ayara ihtiyaç vardır. Kız bakmaya gidenler gelin olacak kızın yaptığı kahveye göre ilk notu verirler. Öncelikle bir kahve içilir. Bakalım kahve güzel bir şekilde yapılmış, hatta köpürmüş mü?
Arapların kahvesi bizimkine benzer. Fakat çok şekerli ve koyudur. Bizdeki fincanlar gibi özel fincanları vardır ve her biri birer sanat eseri olan bu bardakların yarısına kadar doldurulur.
Bir Arap kahvesi içerken şaşırabilir “gelirken yarısı döküldü mü?” diye sorabilirsiniz. Zira adet böyledir. Fincan bizdeki gibi ağzına kadar doldurulmaz…
Risale-i Nur’un Bir Faydası
Bir Arap ülkesinde sık sık acenteye gitmek zorundan kalmıştım. Acente müdürü geminin yanına kadar araba gönderiyor bu arabaya binerek ofislerine gidiyordum. O yıllarda telefon etmek çok zordu. Saatlerce telefon beklediğimi hatırlarım.
Arabanın şoförü oldukça çok konuşan geveze bir adamdı. Arabayı kullanırken devamlı yüksek sesle konuşur yol çevresindeki insanlara laf atardı. Ne söylediğini bilmiyorum zira Arapçayı çok az bildiğimden veya hızlı konuştuğundan dolayı hiçbir şey anlamıyordum.
Bir gün yine acenteye giderken şoför bir şeye kızmış olacak ki yine yüksek sesle bağırıp çağırıyordu. Kendisine “essabrı miftahül ferec” dedim. Yani Risale-i Nur’da birkaç yerde geçen “sabır, ferahlığın anahtarıdır” demeye çalıştım.
Adamcağız birden sustu. Hatta acente ofisine gidene kadar kıpkırmızı kesildi. Herhalde benim iyi Arapça bildiğimi zannediyordu ki bir sonraki sefer dâhil olmak üzere artık çıtını bile çıkarmıyor aşırı derecede titiz davranıyordu.
Bu kadar utanıp sıkıldığına göre herhalde benim aleyhimde de atıp tutmuş olmalı. Ne dediyse bilmiyorum lakin beni gördüğü zaman hemen çok saygılı bir tavır takınıp başını öne eğiyordu. Herhalde onun söylediği argo kelimeleri bildiğimi veya bunları patronuna söyleyeceğimi zannederek o kadar mahcup bir tavır içine giriyordu ki; kim olsa bu adama acırdı.
Evet, Risalelerin çok faydasını gördüm. Elbette en önemlisi “iman” konusundaki izahlarıdır. Yani taklidi olan imanı tahkiki imana çevirmesi ve gittikçe azgınlaşan materyalist felsefenin tuzaklarından insanları kurtarmasıdır.
Bunun yanısıra ahlaki öğütleri, dini bilgilerin öğretilmesi ve Türk diline yaptığı katkılar gibi o kadar çok güzel faydaları vardır ki bütün insanlara bu harika eserlerin ulaştırılması bazı insanların asli mesleği olmuştur.
Nur Talebeleri denilen bu insanlar Risale-i Nur eserlerini kendi malı gibi bilip bunların neşrine ve öğrenilmesine çalışırlar. Hayatta en büyük gayeleri bu eserleri yayıp insanların imanının kurtulmasına yardımcı olmaktır. Allah, bütün Nur talebelerinden razı olsun…
Umulur ki sizin kerih gördüğünüzde hayır vardır.
Bir Arap kardeşimizin evine iftar yemeğine davet edilmiştim. Bu zat emekli bir polis memuru olup en az beş erkek çocuğu olan varlıklı bir adamdı.
İftar yemeğinden sonra özellikle dini ve sosyal konularda bol bol konuştuk. Benim çok az Arapça ve konuşmaya yetecek kadar İngilizce bilmem sayesinde çok hoş bir sohbetimiz oldu. Eczacı olan oğlu güzel İngilizce konuşuyordu ve bize aracılık ediyordu.
Yemekten sonra cemaatle namazımızı kıldık ve kahvemizi içerken sohbetimize devam ettik. Nedense ev sahibimiz genellikle olumsuz şeylerden bahsediyordu. Belki de bulunduğumuz ülkenin şartları iyi değildi.
Söylediklerini tasdik etmekle birlikte “La taknetü min Rahmetillah” yani Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz, dedim. Bu sözüm Kuran ayetinden iktibas olduğu için ev sahibimizin çok dikkatini çekmişti.
Konuşmalarımız aynı minval üzerine devam ettiği için moral bozukluğunu gidermek ve sohbetimizi daha güzel bir hale getirmek için “asa en tekrehü şey’ün vehüve hayrün leküm” ayetini söylemek zorunda kaldım.
Cenabı Allah, başımıza gelen işleri hayra yormamız gerektiği anlamında “umulur ki sizin kerih (kötü) gördüğünüzde hayır vardır” emrini vermişti.
Bu söz sonrasında ev sahibimiz çok duygulandı. Risale-i Nur eserleri sayesinde büyük bir İslam âlimi gibi davranılmaya başlandı. Bir kısmını oğlundan ve Arapça olarak anladığım kadarıyla Türk milletinden ve Türklerin İslam’a yaptığı ve yapacağı hizmetlerden bahsetti.
Sohbetimizi vakit bir hayli ilerlediği için kesmek zorunda kaldık zira gemiye dönmem gerekiyordu çünkü işlerimiz oldukça yoğundu.
Bu Arap kardeşimizin yemeğinden sonra daha önceden de yaptığım gibi Cenabı Allah’a bize Risale-i Nur ve onun müellifi Bediüzzaman Said Nursi’yi tanımak fırsatını verdiği için daima şükrettim. İman nimetinden sonra en büyük şükür sebebim budur. Bütün insanların Bediüzzaman’ı hakkıyla tanımasını ve onun mükemmel eseri Risale-i Nurları okuyup imanını kuvvetlendirmesini Yüce Rabbimden niyaz ederim.