Röportaj: Mehmet Özçelik-Nurettin Gürsoy / Risale Haber
*Kendinizi tanıtır mısınız?
Gaziantep/Araban/Süpürgüç köyündenim. Babam Abdulfettah çok alim olduğu için, elhamdulillah-ben onun Kur'an-ı Kerim-inden çok istifade ettim. Kur'an Kursunda okurken, Gani Hafız bana dedi ki; "Senin Kur'an talimatını almana ihtiyacın yoktur. Seni okutan çok güzel okutmuş. O arada,Seni okutan kimdi dedi. Ben de; "Babamdı" dedim. Baban kim, dedi. Dedim Fettah Hoca. O ise bizim baş tacımızdır dedi.
Babamla birlikte bir kıtlık anında Urfanın Koçhisar köyünde hocalığa istediler... Birlikte gittik. Orada hafızlığa çalışıyordum. Babam çocuklara Arapça okutuyordu. Daha sonra Karapınar adında bir köye geçtim. Kur'an-ı Kerim-i okuttum. Hafızlıkta ise her cüzden ancak bir sayfayı ezberledim. Onun haricinde diğer surelerden de bazı ezberler yaptım.
*O zor dönemlerde Kur'an-ı Kerim'i nasıl öğretiyordunuz?
Öğretmede çok zorluk çekiyordum. Hatta bir defasında beni şikayet etmişlerdi. Bir gece nahiyenin encümen azası bana şöyle dedi: "Hocam, bu gece mübarek bir gecedir. Bize bir ezan oku da namaz kılalım." O zaman Arapça yasağı vardı. Türkçe okunuyordu. Ben de ezanı Arapça olarak okudum.
Bir sandalye verdi, oturdum. Başımdan aşağıya su döktü. "Kahveyi içeride içelim" dedi. Suyu ise, adetleri olduğu üzere, başımdan aşağı dökmüşlerdi. Sebebi ise,sual edecek ve niye ezan okudun,diyecekti. Aslında oruç vakti idi ve ben de oruçtum. Kahveyi içeride içelim bahanesi ise içeriye geçmek içindi. Ben de içimden; "ya hu ben oruçluyum, nasıl kahve içerim" diyordum.
İçeriye geçtiğimizde komutan hiç kahve lafından söz açmadı. Şöyle dedi: "Hocam,Arapça ezan okumuşsun.O da yasaktır.Sen yasak olduğunu biliyor muydun?" Ben de, "hayır" dedim. "Nahiye müdürü ile encümen azasıda orada idiler ve bana; Hocam;bir ezan okuda,namaz kılalım,dediler.
Ben de ezanı Arapça okudum" dedim. Komutan, "onları karıştırma" dedi.
O sırada komutan bana; "sen cezalı olduğunu bilemiyordun.Kanunen yasak olduğunu bilmiyordun.
15 lira cezadan ve 25 gün hapisten böylece kurtulmuş oldun" dedi.
*Risale-i Nuru nasıl tanıdınız?
Risale-i Nuru bu merhaleden sonra tanıdım. Gaziantep'te bir tornacı arkadaşım vardı. Dedi, "Ahmet Efendi. Şurada benim bir hocam var. Onun hocası İzmir'dedir. Bir gidip görelim mi?"
"Hay hay, gidelim" dedim. Ancak daha sonra onun İsparta'da olduğunu öğrendik. Kerim Hocadan 1948 yılında Bediüzaman'ı işitmiştim fakat bir faaliyetim yoktu. Kerim Hocadan öğrendikten sonra içime yer etti. Daha önceden ben Hacı Şükrü Efendiye intisap etmiştim. İntisabımdan sonra Risale-i Nur elime geçti. Bunu Üstadımız Efendimiz hazretlerine 9 Ağustos 1956 yılında söyledim.
Müftüden izin aldım. "Bana bir hafta izin ver" dedim. Nereye gideceğimi sordu. Ben de Afyon tarafına gideceğimi söyledim. "Hoca Efendiyi ziyarete mi gideceksin" dedi. "Evet" dedim. Ve bunun üzerine bana; "git,uğurlar olsun ve bir dilekçe yaz. Dilekçe yanımda kalsın, Allah etmesin bir şikayet olursa, ben derim dilekçesi var, işte burda. Bir şey olmazsa, sen geldikten sonra, o dilekçeyi imha ederim" dedi.
Adana'dan geçip Afyonkarahisar'a gittik.Yalnızdım. Afyonkarahisar'da bir cami vardı.Caminin hocası da benim gibi gençti.Baktım hoş Kur'an okuyordu.Çok hoşuma gitti. Ondan sonra sabah oldu.Oraya doğru gittim.Baktım bir ihtiyar geliyor.İhtiyara yaklaştım ve dedim;
-Bediüzzaman Hazretleri nerdedir, bilirmisin?
-Hoca Efendi mi?dedi.
-Evet,dedim. Onlar Bediüzzaman'a, Hoca Efendi diyorlardı.
-Burada pazar var. Biraz sonra pazardan araba çıkıp, Emirdağ'a gidecek. Emirdağ onu daha iyi bilir,hemen git dedi.
Gittim,sordum,araba hazır dediler. Bindim,gittim. Bolvadin'den geçip, Emirdağ'a vardım. Baktım uzaktan birisi; "Ooo hoca efendi,sen ne gezersin burada?" dedi. Tokaris'te ben imam iken o da orada jandarma kumandanı idi. Ondan dolayı beni tanımış ve bana yaklaşmıştı. Dedim, "Bediüzzaman'ı görmek istiyorum." "Hoca Efendiyi iyi tanıyan birinin yanına seni götüreyim, tanışın" dedi. O da Mehmet Çalışkan idi. Sohbetten sonra camiye gittim, baktım döşemesi kilimdi ve de temizdi.
Mehmet çalışkan bana; "Hoca Efendiyi görmeye mi geldin?" dedi. Ben de, "Üstad İstanbul'da,oraya gitmeye gücüm yok" dedim. "Yok yok, Üstad İsparta'da, benim oğlum da onun hizmetinde. Gerçi artık benim oğlum değil, onun oğludur" dedi. Oradan çıkıp, bir at arabasına bindik. Bolvadin'e gittik. Bolvadin'de bir ticaret arabasına bindim. Afyon'a vardım. O gün Afyon'da kaldım. Sabahleyin erkenden bir trene binip İsparta'ya gittim. Orada Hz.Üstadın talebelerinden önce Rüştü Çakın Hocayı gördüm. O da inşaat malzemeleri için gerekli boya işleriyle uğraşıyordu. Çok güzel bir gülüşü vardı.
Üst ön iki dişi de düşmüştü. Güldüğü zaman sanki kucaklamak istersin. Dedi; "Üstadın yeri filan yerdedir. Şimdi birisi gelecek, seni onun evine götürecek veyahut eğer sen çıkarabileceksen şuradan
gidip dön, Üstadın kapısı tahtadandır. Hüsnü Bayram oradadır." Onu da Urfadan tanıyordum. Kapıyı çaldım, Bayram Yüksel Abi geldi. Bayram abiye Üstadı görmek istediğimi söyledim. Bayram abi, "Hüsnü gelsin, belki tanırsın" dedi. Ben de iyi tanıdığımı söyledim. Geldi ve konuştuk. Bayram abi bana, "Üstadın evine gidelim. Tahir abi oturuyor. Beraber konuşuruz" dedi.
Tahir abiyle buluşup konuştuk. Bana "sen Arapça biliyormusun" dedi. Dedim; "Arapça okumadım."
"Okursun, okursun" dedi. Hüsnü abiye dönerek, "kardeşe Mesnevi-i Nuriye'nin Arapçasını ver" dedi.
Hüsnü gidip aradı ve kalmadığını söyledi. "Öyleyse Urfaya yaz, kardeşimize göndersinler" dedi. Ve daha sonra göndermişlerdi. Hüsnü abi, "haydi Hüsrev abiyi görelim" dedi. Orada bir otel vardı. Ruhi Benli'nin oteli. O gece o otelde yattım. Benden para bile almadı. Ve bana; "Yarın iki Erzurumlu Üstada gitmek üzere, bir araba tutacak, ben seni onlarla gönderirim" dedi.
Hüsrev abi devamlı; "bir gün ben Arapça lisanını öğrenmek istiyordum. Hocalara gittim, bana tarikata gir, dediler. Ben tarikat nedir,dediğimde; Sen bir gir,öğrenirsin,diyorlardı. Bunun üzerine; Üstada uzunca bir mektub yazmıştım. Seni görmek istiyorum, dedim. Nasıl göreyim? Üstad ise; Ya hu ben beş senedir seni arıyorum, sen nerdesin? Durma hemen gel dedi. Gittim. Şimdi artık, Arapça konuşabilirim" dedi.
Sabah üstadı ziyarete gittik.Eğridirden geçtik ve ziyaretine vardık. Bizim şöför şöyle dedi; "Böyle büyük adamları görmeye giderken,abdestli olmalı." Şöför de meğer Ceylan Çalışkan'ın kardeşi imiş.
Beraber abdest aldık. Gittik kapının önüne, kapıyı çaldık, Zübeyir abi çıktı. "Kimsiniz? Nereden geldiniz?" dedi. O iki arkadaş Erzurumlu olduğundan; "Biz Erzurumluyuz" dediler. Bana "ya sen" dedi.
Onlar benim yerime; "Gaziantepli" deyip, kestiler. Ben ise; "Gaziantepliyim fakat Adıyaman'ın Besni kazasının, Yenişehir camisinde imamım" dedim. "Tamam" dedi.
Üstadın meşgul olduğunu söyledi. Bir müddet sonra, Üstad demiş; "Benim şimdiye kadar vazifeli talebelerim başka, mecbur olduğum başka arkadaşlarla sevkim ayrı, ben bunlarla hiç
bir bahane olmadan yolculuk yapacağım. Kaderi ilahinin iktizası budur." Üstadla beraber arabaya bindik. Fakat sırf benimle konuştu. Onlara merhaba ve hoş gelmişsiniz dedi. Memleketlerini sordu.
Arabada iki saate yakın beraberliğimiz oldu. Barla'dan Eğridir'e kadar. Yolda Üstadı gören ekinciler koşarak görmeye geliyorlardı. Üstad gelmemelerini söyleyerek, selam veriyordu. Üstad bir yere işaret ederek, "burada bir kardeşimiz şehittir, onun ruhuna bir Fatiha okuyalım" dedi. Üstad kimseyi unutmuyordu. Fatiha okuyup geçtik.
Dedim ki, "Üstadım ben 1946'da tarikata girmiştim. Risale-i Nur elime geçti. Risale-i Nur bana kâfi geldi." Dedi "Risale-i Nur herşeye kâfi ve vafidir." Bir müddet sonra Zübeyir abi, bize dönerek, "Belki sizden şüphelenirler, size zarar gelmesin. Üstad diyor ki burda inseler iyi olur."
Ondan sonra Üstaddan orada ayrıldık. Ve Risale-i Nur benim için her şeyim oldu.
Üstad Hulusi abi için, "Benim neslimden olan Hulusi'ye de selamımı söyleyin" dedi. Hulusi abi bazen bana mektub gönderir ve isim olarak da -Mahlasınız kardeşiniz- olarak adının yerine kullanırdı.
Adıyaman'dan benden başka Üstadı ziyaret edenler arasında Mahmut Allahverdi, Dursun Kutlu, Abdulkadir Kayır, Hamsiyaroğlu Mehmet, Emin Akbaş, Hacı Pektaş var. Hacı Pektaş bana şunu anlattı; "Ben Üstadın elini öpmek istediğimde elini çekti ve ben şeyh değilim diyerek öptürmedi."
O dönemde Adıyamanda Risale-i Nuru tanıyan dört kişi idik. Ben, Dursun Kutlu, Emin Akbaş, Abdulkadir Kayır idik.
*Mahkemeye girişiniz nasıl oldu?
Nüfus memuru idim. Üstadın vefatından sonra beni Halk Partililer şikayet etmişlerdi. Savcı evimize geldi. Aradılar ve Risale-i Nurları topladılar. Kur'an-ı Kerim vardı. Onu da aldılar. Onun Kur'an-ı Kerim olduğunu söyleyip, onu da mı alacaksınız, dediğimde; "Biz okumasını bilmediğimiz için onu da alacağız" dediler. Beni de götürüp dört gün nezarethanede yatırdılar. Gece saat onbirde bizi mahkemeye çağırdılar. Sanki bizi çağırırlarsa, halk galeyana gelecekmiş düşüncesiyle gece mahkemeye çıkarıldık. O sırada bana bir arkadaşım, kendisinin istifa ettiğini ve bana da istifa etmemi söyledi. Ben de istifa etmeyeceğimi söyledim.
"Eğer istifa edersem, ne ile idare olacağım" dedim. Hakimin karşısına çıkarıldığımızda, hakim bize; üç gün içerisinde ağır cezaya istersek itiraz edebileceğimizi söyledi.
Sonuçta beraat ettik.
*Sizi etkileyen en çok etkileyen olay ne oldu?
En çok Sebilürreşadın neşrettiği, Tarihçe-i Hayat'ta da olan Üstad hakkındaki hayatı ile ilgili bu yazısı yazısı etkilemiştir: "Bana, 'Sen şuna buna niçin sataştın?' diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. Içinde evlâdım yanıyor, îmânım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, îmânımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!..
"Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin îmânını kurtarmak yolunda dünyamı da fedâ ettim, âhiretimi de. Seksen küsûr senelik bütün hayatımda dünya zevki nâmına birşey bilmiyorum. Bütün ömrüm harb meydanlarında, esâret zindanlarında, yâhut memleket hapishânelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefâ, görmediğim ezâ kalmadı. Dîvân-ı harblerde bir câni gibi muâmele gördüm, bir serseri gibi memleket memleket sürgüne
yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan menedildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyâde, ölümü tercih ettim. Eğer dînim intihardan beni menetmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti."
*Risale-i Nurun önünde en büyük engel nedir?
Risale-i Nurun önünde en büyük engel varsa oda ancak enaniyet yani benliktir.
*Gençlere tavsiyeniz ne olur?
Yumuşak ve müsamahalı davranmalılar, Risale-i Nur'u iyi okumalılar.