Arz ve Sema

Dr. Selçuk ESKİÇUBUK

Kur'ân’da 310 kez "semâvat’tan, 45l kez de "arz"dan bahsedilmektedir. Kur’an, yukarıdaki ayetler gibi birçok ayetleriyle insanın bakışını kâinata çevirmesini emrederken geçmişte İslamiyetin geniş dairesi içinde bulunan tasavvufi bir ekol” Lâ mevcudu illa Hu” diyerek Allah adına evreni inkâr ediyor, eşyayı bir hayal olarak görüyor veya ona bağlı başka bir ekol ise yine huzur bulmak için” Lâ meşhûde illa Hu” diyerek kâinatı görmezden gelmeyi kendine rehber ediniyordu. Kainat sonuçta Allah’ın yarattığı bir şeydir, onu yaratıcıyla irtibat kurma adına da olsa inkar etmek veya görmezden gelmek maddeyle uğraşan ve onunla içi, içe yaşayan bu asır insanının manevi yapısına uygun bir anlayış mıdır?

Asrımızda Bediüzzaman ise onların bu sözlerine karşılık Kuran’ı esas alarak Şimdi, bu zamanda, Kur'ân'ın i'câz-ı mânevîsiyle tezahür eden 'Her bir şeyde, Onun bir olduğuna delâlet eden bir âyet vardır' sırrıyla, yani zerrelerden yıldızlara kadar herşeyde bir pencere-i tevhid var ve doğrudan doğruya Zât-ı Vâhid-i Ehadi sıfâtıyla bildiren âyetleri, yani delâletleri ve işaretleri var” (E. LAHİKASI) diyerek kâinata bir başka pencereden bakıyordu. O, hem kâinatın varlığının Allah’ın varlığı ve birliğine delil olduğunu hem de bütün mevcudatın kendine özel dilleriyle O’nu tesbih ettiklerini söylüyordu.

Bediüzzaman, ne pozitif bilim adamlarının yalnız akılla maddeyi ön planda tutuşlarını, ne de tasavvuf ehlinin yalnız kalbi ön plana aldığı yollara itibar etmiyordu. İkisini birlikte ele alıyordu. Kâinata yani maddeye bakıp oradan yalnız kalp yoluyla değil, aklı da beraberinde götürmeyi esas alan yeni bir metotla hakikate varmanın yollarını aralıyordu. İşte bu yepyeni arayış, ateizmin yayıldığı dünyaya başka bir bakış açısı getiriyordu. Ne eski medrese hocalarının içine düştüğü taassuba düşüyor ne de bilim insanlarının yalnız akılla giderek düştükleri şüphe ve hilelere kapılıyordu.

*Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder. (MÜNAZARAT)

*Evet, hakikat-i mutlaka, mukayyed enzâr ile ihâta edilmez. Kur'ân gibi bir nazar-ı küllî lâzım ki, ihâta etsin. Kur'ân'dan başka, çendan Kur'ân'dan da ders alıyorlar, fakat hakikat-i külliyenin, cüz'î zihniyle, yalnız bir iki tarafını tamamen görür, onunla meşgul olur, onda hapsolur, ya ifrat veya tefrit ile hakâikın muvâzenesini ihlâl edip, tenâsübünü izâle eder. (SÖZLER, 25. Söz)

*başka mertebeyi düşünmeyerek, "Lâ mevcûde illâ Hû" diyerek, yanlış etmişler. "Hakâiku'l-eşyâi sâbitetün" (*) kaide-i esâsiyeyi inkâr etmek derecesine düşmüşler. (LEMALAR, 9. Lema)

(*) Eşyanın hakikati gerçek ve sabittir

*Vahdetü'l-vücud meşrebince, eşyanın vücudunu hayal görüyor. (LEMALAR, 9. Lema)

*Evet, hakikat-i halde, âyât-ı beyyinâtın beyanıyla sabit olan: Bütün mevcudat, herbirisi birer mahsus tesbih ve birer hususî ibadet, birer has secde ettikleri gibi, bütün kâinattan dergâh-ı İlâhiyeye giden, bir duadır: 

Ya istidat lisanıyladır bütün nebâtat ve hayvanâtın duaları gibi ki, herbiri lisan-ı istidadıyla Feyyâz-ı Mutlaktan bir suret talep ediyorlar ve esmâsına bir mazhariyet-i münkeşife istiyorlar. (SÖZLER, 23. Söz)

Teleskobun gökyüzüne çevrilişinin üzerinden 400 yıl geçti. Teleskoplarla, uydu teleskoplarla uzayı, elektron mikroskoplarla en küçük canlıları inceleyen günümüz insanına, Kur’ani bakış ile yaklaşmak yerine, evreni inkâr etmek veya görmezden gelip unutun demek gerçekçi bir tutum olabilir mi? Bu eski zamanın metotlarıyla kâinatın bir yaratıcısı olduğuna, O’nun da bir ve tek olduğuna, günümüz insanını inandırmak sizce zor değil midir?

İnsanın bir soy ağacı olduğu gibi, evrenin de bir yaratılış ağacı vardır. Güneş, ay, yıldızlar, beyaz, siyah ve kahverengi cüceler, galaksiler, madenler, bitkiler, ağaçlar, hayvanlar ve insanlar o yaratılış ağacının birer kök, gövde, dal, yaprak, çiçek ve meyveleridir. Aynı zamanda o çok geniş bir saray gibidir, içinde nice şehirler, nice memleketler vardır.

*Evet, dünya yüzünü bu kadar müzeyyen masnuatıyla süslendirmek, ay ile güneşi lâmba yapmak, yeryüzünü bir sofra-i nimet ederek mat’umatın en güzel çeşitleriyle doldurmak, meyveli ağaçları birer kap yapmak, her mevsimde birçok defalar tecdit etmek, hadsiz bir cûd ve sehâveti gösterir. (SÖZLER, 10. Söz)

*Hem dahi, kâinatın yüzünde serilmiş olan gayetle güzel ve san’atlı ve parlak ve süslü şu mevcudat, ışık güneşi bildirdiği gibi, misilsiz, mânevî bir cemâlin mehâsinini bildirir. Ve nazirsiz, hafî bir hüsnün letâifini iş’ar ediyor. (SÖZLER, 10. Söz)

Bu ağaç öyle bir ağaçtır ki Kâinat’ın başlangıcından ahiretin sonuna kadar uzanmış, yeryüzünden en yüksek göğe kadar, atomlardan Güneş’e kadar yayılmıştır. İnsan çevresiyle ilgili bir varlık olarak önce şu kâinata bakmalı, sonra onunla konuşmalı, sonra da onu dinlemeliyiz. O bize, yazarını anlatan bir kitap gibi değil midir? Öyleyse bizim için ona bakmak, onunla konuşmak ve onu dinlemekten daha güzel ne olabilir ki?

*Şimdi başını kaldır, şu kâinata bir bak, onun ile bir konuş (SÖZLER, Lemaat)

*şecere-i kâinat, şecere-i Tûba gibi, gövdesi ve kökü yukarıda, dalları aşağıda olduğu için(SÖZLER, 31. Söz)

*Kainat bir şeceredir. Anasır onun dallarıdır. Nebatat yapraklarıdır. Hayvanat onun çiçekleridir. İnsanlar onun semereleridir. (M. NURİYE)

*Şecere-i hilkatin dalları da her tarafa uzanıp gitmiştir (İ. İCAZ)

*dünyanın ibtidâsından tut, tâ âhiretin en nihayetine kadar uzanmış ve ferşten Arşa ve zerreden şemse kadar yayılmış olan şecere-i hilkatin hakikatine dâir (SÖZLER, 13. Söz)

*Şu kâinat öyle bir saraydır ki, o sarayda mütemadiyen tahrip ve tamir içinde çalkalanan bir şehir var. Ve o şehirde her vakit harp ve hicret içinde kaynayan bir memleket var. Ve o memlekette her zaman mevt ve hayat içinde yuvarlanan bir âlem var. Halbuki, o sarayda, o şehirde, o memlekette, o âlemde o derece hayretengiz bir muvazene, bir mizan, bir tevzin hükmediyor; bilbedâhe ispat eder ki, bu hadsiz mevcudatta olan hadsiz tahavvülât ve vâridat ve masarif, herbir anda umum kâinatı görür, nazar-ı teftişinden geçirir birtek Zâtın mizanıyla ölçülür, tartılır. (ASA-YI MUSA)

Kâinatı dinlemek, ona kulak vermek, orada cereyan eden tabiat olaylarını araştırmak çok önemlidir. Çünkü Allah’ı anlatan üç büyük tarif ediciden biri kâinattır. Öyleyse kâinat konuşuyor, onu dinlemek lazım.

*Rabbimizi bize tarif eden üç büyük küllî muarrif var. Birisi şu kitâb-ı kâinattır (SÖZLER, 19. Söz)

Evrene bakıp onu dinlerken onun iki yüzünü de görmek lazımdır. Bu yüzlerden birisi mülk diğeri de melekutiyet yüzüdür. Bizim gördüğümüz daha ziyade mülk yüzüdür, zıtları içinde barındıran yüzüdür.

*Evet, kâinatın ayna gibi iki yüzü var. Biri mülk ciheti ki, aynanın renkli yüzüne benzer. Diğeri melekûtiyet ciheti ki, aynanın parlak yüzüne benzer.

Mülk ciheti ise, zıtların cevelângâhıdır. Güzel-çirkin, hayır-şer, küçük-büyük, ağır-kolay gibi emirlerin mahall-i vürududur. İşte, şunun içindir ki, Sâni-i Zülcelâl, esbab-ı zâhirîyi tasarrufât-ı kudretine perde etmiştir-tâ, dest-i kudret, zâhir akla göre hasis ve nâlâyık emirlerle bizzat mübaşereti görünmesin. Çünkü azamet ve izzet öyle ister. Fakat o vesait ve esbaba hakikî tesir vermemiştir. Çünkü vahdet-i ehadiyet öyle ister.

Melekûtiyet ciheti ise, herşeyde parlaktır, temizdir. Teşahhusâtın renkleri, muzahrafatları ona karışmaz. O cihet, vasıtasız, kendi Hâlıkına müteveccihtir. Onda terettüb-ü esbab, teselsül-ü ilel yoktur. Ona illiyet, mâlûliyet giremez. Eğri büğrüsü yoktur. Mâniler müdahale edemezler. Zerre, şemse kardeş olur. (SÖZLER, 29. Söz)

Kâinata bakıldığında sonuçların sebeplere bağlı olduğu, düzen ve intizamın böyle kurulduğu ve her şeyin birbirine bağlandıklarını görürüz. İnsan bile evrendeki bu düzene uymak zorundadır, çünkü bu dünya sebeplerin baskın göründüğü bir dünyadır. İnsana düşen, sebeplerin arkasındaki gizli gücü, neticenin böyle alınması için uygun sebepleri yaratan kudreti görebilmektir.

*Evet, Cenâb-ı Hak, müsebbebatı esbaba bağlamakla, intizamı temin eden bir nizamı kâinatta vaz etmiş. Ve herşeyi, o nizama müraat etmeye ve o nizamla kalmaya tevcih etmiştir. Ve bilhassa insanı da, o daire-i esbaba müraat ve merbutiyet etmeye mükellef kılmıştır. Her ne kadar dünyada, daire-i esbab daire-i itikada galip ise (İ. İCAZ)

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.