Ekonomi biliminin şah damarı olan kanun, arz ve taleptir. Arz, kısaca sunmak anlamını taşır. Arz, iktisâdî manada, mal veya hizmetlerin belirli bir piyasada, belirli bir zamanda ve belirli bir fiyattan satışa sunulmasıdır. Pazarlarda, marketlerde, mağazalarda, istediğimiz ürünleri satın almaya hazır buluruz. Pazarlardaki ürün miktarı arzı ifade eder.
Talep ise, satın alma isteği demektir. Satın alma arzusunu ve isteğini yansıtır. Ancak, her istek ve arzu talep anlamına gelmez. Bir isteğin ekonomik anlamda talep olması için yeterli satın alma gücü ile desteklenmiş olması gerekir. Alım gücü yüksek olan kişinin araba alma isteği bir taleptir. Ancak alım gücü olmayan kişi için böyle bir istek hayal veya amaç olabilir. O halde iktisâdî manada talep; belirli bir piyasada, belirli bir zamanda, belirli bir fiyattan, satın alınmak istenen ve satın alma gücü ile desteklenen mal ve hizmet miktarıdır.
Evet üreticiler, ürettikleri mal ve hizmetleri piyasaya sunarlar; müşteriler ise, ihtiyaç ve imkânlarına göre piyasaya sunulan o mal ve hizmetlerden alır ve istifade ederler. Arz ve talep bu şekilde piyasada ideal bir fiyat oluşmasına vesile olur. Arz ve talebin bu doğal yapısı, serbest bırakıldığı spekülasyon, stokçuluk ve saire gibi sun’î sebeplerle zedelenmediği sürece piyasada daima bir dengeye yol açar. Bu açıdan bütün beşerî ekonomik sistemler[1] ve semavi dinler, arz ve talep kanununu kabul eder ve onların fıtrî akışlarını koydukları yasaklarla korumaya çalışırlar. Bunu Hz. Peygamber’in (ASM) “Câlib (şehre uzak yerden mal getiren tâcir) rızıklandırılmış, karaborsacı ise lânetlenmiştir ”[2] kudsî sözünde görebiliyoruz.
İktisat tarihine baktığımızda görüyoruz ki, serbest piyasa ekonomisini savunan ve devleti piyasaya asla müdahale ettirmeyen Liberalizm, zaruret halinde devlet müdahalesini kabul eden Kapitalizm ve devlet müdahalesini bir ihtiyaç görüp belirli ölçülerde kabul eden Sosyal Devlet anlayışı arz ve talep kanununu ekonomide temel rükün olarak kabul etmişlerdir.
Klasik Ekol’ün kurucularından Ricardo, arz ve talebin piyasalardaki fıtrata uygun işleyişini şöyle ifade eder: “Malların değerini belirleyen tek bir unsur vardır. O da emektir. Sermaye, emeğin madde haline gelmiş, donmuş ve kristalize olmuş şekli olup daha önce sarf edilen emeklerden meydana gelir. Emeğin ise, bir üretim maliyeti vardır. Emeğin piyasa fiyatı olan ücret, onun üretim maliyetini aşınca geçim kolaylaşır, evlenmeler ve doğumlar çoğalır. Bu durumda nüfus fazlalaşır ve emek arzı artar. Bu durumda ücretler azalır, bu azalış süreklilik arz edemese bile belirli bir süreliğine geçimi zorlaştırır. Bu ise evlilikleri ve doğumları azaltır. Bu ise, nüfusu azaltacağından emek arzı azalır. Bu ise tekrar emeğin fiyatı olan ücreti artırır.”[3] Bu şekilde fıtrî bir dalgalanış ve zikzaklar serbest piyasayı dengeler ve akışı sağlar.
Demek kapitalizmi doğuran liberalizm, piyasayı emeğe göre kuruyor, alt ve üst sınırını yine emeğe göre çiziyor. Emeğin ücretini ise, Arz ve Talep kanunu belirliyor. Sosyalizm, emek arz ve talebini reddetmekle, emeği koruma altına almaya çalışsa da; emek talebinin kazdıracağı muhtemel büyük ücretleri emekçiye kaybettirip ona zulmediyor. Her ne kadar sosyalizm, kapitalizmi reddediyor görünse de hakikatte aynı emeğin savunucusudurlar. Aralarındaki fark, haksız sermaye olan faiz kazancı ile gelir dağılımı konusundadır. Bu iki kilit mevzuyu, faizi men ederek ve zekâtı şart ederek halledip ideal piyasa ekonomisini getiren sistem ise, arz ve talebe dayanan İslam ekonomisidir. Ürünün, piyasa değerini, ürünün maliyeti; maliyeti ise temelde emeğin ücreti belirlediği için İslam ekonomisinde emek piyasası, emek arz ve talebi çok değerlidir.
İktisadın babası olarak bilinen Adam Smith, piyasanın arz ve talep şeklinde sürekli bir dalgalanma ile beraber dengeye gelişini, sihirli fiyat mekanizması ile açıklar ve buna “invisible hand” (görünmez el) der. Smith, herhangi bir malın, üretim değeri ve piyasa (rayiç) değeri olmak üzere iki değeri olduğunu; üretim değeri için, bir malın gerçek ve doğal değerine karşılık gelip mâliyeti ile ifade edildiğini; piyasa değerinin ise, onun fiyatına tekabül ettiğini söyler. Fiyatı ise, belirli bir piyasada arz ve talep kanunlarının belirlediğini ifade eder. Piyasa, fiyat mekanizması ile bu şekilde dengeye gelebildiği için de ona herhangi bir müdahaleye gerek olmadığını vurgular.[4] Tıpkı Hz. Peygamber (ASM) gibi…
Hicretin 8. yılının başında kıtlık olduğu için fiyatlar rahatsız edici derecede yükselince sahabeden bazıları devlet başkanı olan Hz. Peygamber’e (ASM) gelip “Fiyatlar aşırı derece arttı, narh (tavan fiyat) koysanız” derler. Hz. Peygamber (ASM), “Musa’ir (fiyatları belirleyen, sınırlayan, narh koyan), bolluk ve darlık veren Allah’tır. Mal ve canına zulmüm yüzünden herhangi bir kimse benden davacı olduğu halde Rabbime kavuşmak istemem” buyurur.[5] Piyasaya buradaki müdahale, tüketiciyi korumaktır. Fakat bu müdahale üreticiye, talep eliyle Allah’ın verdiği kâr hakkını elinden almaktır. Bu ise, zulümdür. Hz. Peygamber (ASM) hadiste “mala karşı yapılan bu zulmü” vurguluyor. Ayrıca J. B. Say’ın yerinde olarak belirttiği üzere “Her arz, kendi talebini doğurur. Çünkü bir malı üreten, başka malların müşterisi ve tüketicisidir.” Yani zaman içinde piyasa dengeye gelir.
Adam Smith’in kullandığı “görünmez el” ifadesi, bir hakikatin keşfi ve tam dinî üslupla ifadesidir. Peygamberler arz ve talebi birer İlâhî el olarak görürler. İkisinin birleşmesi, piyasada barışı ve güç birliğini getirir. Bu noktada her ikisi de ideal birer hakikat ve iyiliğin kaynağı olduğu için Hz. Peygamber (ASM) ekonomiyle ilgili bir hadiste şöyle der: “Rahman’ın iki eli vardır. Her ikisi de sağdır.”[6] İki elin de sağ olması bu ifadeyi mecaz ve müteşâbih yapar. Hadiste geçen sağ el, Arapça’da “yemîn” demektir. Yemîn kelimesi Arapça’da aynı zamanda son derece uğurlu ve hayırlı manasındadır.
Kur’an, İlâhî birer arz ve ikram olan nimetler konusunda 31 defa insanları şükür ve tasdike çağıran Rahman sûresinde, Rahman’ın iki elini Onun Celâl ve İkram sıfatları olarak ifade eder.[7] Piyasaların kabz ile daralması ve sıkışması, Rahman’ın Celal elinin eseri iken (1929 küresel krizi gibi), piyasaların bolluk ve bereketle bast edilmesi ve açılması da Rahman’ın ikram elinin eseridir. (Eski asırlara göre, nimet enflasyonunun yaşandığı günümüz toplumlarının durumu gibi…)
Rahman’ın iki eli de, üretici ve tüketici için kazandırıcı ve hayırlıdırlar. Çünkü üretici, üretim ve arz azalınca, o ürüne karşı olan ortalama ihtiyaç sâbit olduğundan talep miktarı, arz miktarını aşar. Bu durumda fiyatlar yükselmeye başlayacaktır. 18. yüzyıl iktisatçılarından Gregory King’in tespit ettiği üzere buğday miktarındaki yüzde 10 azalış, buğday fiyatlarını bir misli artırıyor. Bu durumda üretici, talebin yükselişi dolayısıyla kazancını fazlalaştırır, kâr eder. Buna mukabil buğday üretimindeki yüzde 10’luk artış ise, buğday fiyatlarını yarıya indiriyor. Buradaki şaşırtıcı manzaraya King Kanunu veya Bolluk Paradoksu ismi verilmiştir. Ürünün bolluğunda da üretici sürümden kazanabiliyor. Yeter ki yurt içi veya yurt dışı pazarlarda satmaya çalışsın… Rahman’ın her iki eli de üretici için, hayırlı ve bereketlidir.
Tüketici açısından da hakikat aynen geçerlidir. Çünkü ürünün bolluğu, ucuzluğa, alım gücünün artmasına ve bol miktarda istifadeye yol açmasıyla şükür ve berekete vesile olduğu gibi; kıtlık ve darlık zamanları da, tüketicinin nimetlerin kıymetinin farkına varması, israfı terk etmesi, alternatif ürünleri keşfe yönelmesi, piyasaların Allah’ın elinde olunduğunu idrak etmesi gibi noktalardan çok yönlü kârdır.
Ekonomik hayatta arz ve talep yasasına dayanan King kanununu doğrulayan çeşitli örnekler vardır. Bunlar arasında en ilgi çekicisi şudur: ABD’de pamuk ürününde Pamuk Hortumlu Böceği’nin yol açtığı büyük ürün kaybına rağmen fiyatlar yükselir. Bu yükseliş üzerine Alabamalı üreticiler önceki yıllara göre çok büyük miktarda kazanç sağlarlar. Bu güzel sonuç üzerine çiftçiler 1919 yılında bu böceğin heykelini diktirmişlerdir.
İslam ekonomisi gibi, serbest piyasa ekonomisi üzerine kurulu olan kapitalist düzen, eksik birçok yönleriyle beraber temelde Arz ve Taleb denilen İlâhî mekanizmaya dayandığından fıtrata daha yakındır ve yaşamayı hak eder. Faiz illetinden kurtulup zekât ve karz-ı hasen ilaçlarıyla tedavi edilirse tam ideal kıvama gelir ve ölümsüz hal alabilir. Bu açıdan Kur’an, kapitalizmi, Allah’ın gazabına uğramış bir Yahudi mekanizması olarak görürken; Sosyalizmi, bütün bütün yoldan çıkıp kaybolmuş Hıristiyan-vari münzevi bir ekonomik hayat olarak görür. Sırasıyla onları “mağdûb ve dâllîn”[8] diye isimlendirir. Gazaptan kurtulmak ve o yoldan dönmek mümkündür. Faizin haramlığı ve zekâtın zorunlu kılınmasıyla… Fakat dalalet yolunda şuurluca gitmenin dönüşü çok zordur. “Dâllîn” şuurluca sapkınlıkta yol alanlar demek… İslam ise, hidayet ve denge yoludur. Helal kazancı, kişinin emeğine karşılık bir İlâhî hediye olarak görür ve gösterirken; kârı, sermaye sahibinin ticaret ve cesaretine bir hediye sayar. Zekâtı ise, tertemiz bir kazancın kaymağı olarak fakirlere bir hediye olarak takdim eder. Bu şekilde İslam piyasası İlâhî iki el olan arz ve talep içinde diri kaldığı gibi, geliri topluma dengeli şekilde yayarak her kesime her şekilde kazandırır.
Yahudiler, kazancın tek kaynağı olarak, maddeci algılarından dolayı, sadece arzı görüyorlardı. Talebin getirisini göremiyorlardı. Üretim ise, Yusuf suresinin işaret ettiği üzere, hububatta 7’şer yıllık periyodlarla azalıp çoğaldığı; Botanik biliminin tespit ettiği üzere bazı ürünlerde periyodisite tarzında bir yıl az bir yıl çok verdiği için çiftçilikle uğraşan Medine Yahudileri rızık konusunda İlâhî arz-talep mekanizmasına güvenmeyip kazanç için gayr-ı meşru yollara girdiler. Hz. Peygamber’in (ASM) Medine’ye gelip İslam’ın Medine pazarını günden güne ele geçirmesi üzerine bazı Medine Yahudilerinin bir kısmı şöyle dediler: “Allah’ın eli bağlıdır; bize cimrilik ediyor.” Âyetin devamı büyük bir tehdid ve tel’inden sonra şöyle der: “O’nun iki eli de açıktır. Nasıl isterse öyle infâk eder (verir). Ve Rabb’inden sana indirilen şey (ilahî buyruklar), mutlaka onlardan birçoğunun azgınlığını ve küfrünü arttırır.”[9] Âyete dikkat edilirse Yahudiler, arzı kasdetme manasında “Allah’ın eli” diyorlar. Âyetin devamında Allah’ın hem arzdan hem de talepten insanlara kazandırdığını ifade etme sadedinde “Allah’ın iki eli de açıktır” diyor.
Kur’an Yahudilerin ve Hıristiyanların bu her iki elden rızıklanmalarının şartını şöyle ifade eder: “Eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i ve Rableri tarafından kendilerine indirileni (Kur’an’ı) gereğince uygulasalardı, elbette üstlerinden ve ayaklarının altından (bol bol rızık) yiyeceklerdi. Onlardan orta yolu tutan (muktesid) bir zümre vardır.”[10]
Bu âyetteki ayaklarının altından yemek tabiri, topraktan çıkan ve arza dayanan rızıkları ve kazancı ifade ettiği gibi; üstlerinden yemek tabiri de, Adam Smith’in dediği gibi ruhani özellikler olan arzular ve taleplerin, İlahî bir ikramı olarak onlara nimet ve kazanç yağacaktı, demektir. Yani Allah kitaplarına iman eden, onları birbirinden ayırmayan, Kitaplarına göre yaşayan ve iktisad üzere olanları, imkânları yeryüzü gibi dar da olsa, gökyüzü gibi bol da olsa daima rızıklandırır ve yaşatır.
Arz ve talep, ekonomi dünyasında bu manada geçerli bir değişmez bir kanun ve hakikat olduğu gibi, kâinat ve yeryüzünün tamamında da geçerlidir. Varlık âlemi bütünüyle İlâhî bir “arz”dır; ihtiyaç sahipleri ise, tâlip ve müşteri… Yerküre ve uzayda bulunan insanın ihtiyaç duyduğu her bir canlı ve cansız nesne, İlâhî bir arzı ve teşhiri gösterir. İnsanın şükür ve memnuniyetle, emek ve gayretiyle onlara yönelişi ise, talebi ifade eder. Çiftçinin tarlayı sürmesi ve ekmesi gibi bütün faaliyetler bu manada birer fiilî dua ve taleptirler. Nasıl beşerî piyasada taleplere göre arz şekilleniyor; aynen öyle de İlâhî ekonomi sisteminde de dualara göre, yaratma ve arz şekilleniyor. Bu kısım dinin, fâni dünya hayatı ve varlığına bakan arz-talep yönüydü.
Arz ve talep kanununun Âhirete bakan yönü ise şudur: Dünya hayatı, bir pazardır. Âhiretin ebedî mal ve güzellikleri burada tanıtılır. İnsan ise, hayatı ve varlığı, ilk kez dünyada tatmaktadır. Bu noktada bütün ruhuyla ebediyete muhtaç ve bütün duygularıyla bekaya âşık olan her bir insan, dünya pazarında Âhiretin soluk resimlerini görmek ve fâni numunelerini tadarak ebedî, hakiki ve şaşaalı asıllarına müşteri olmakla imtihandadır.
İnsanın yaratılışındaki iki sırdan biri olan hilafet, arz ve talebin dünya hayatının düzenine bakan yönüyle ilgili iken, diğer sır olan ubudiyet (kulluk) ise, ebedî Âhiret hayatıyla ile ilgili yöne bakıyor. Bu iki yönü kitaplarında sık sık işleyen Bediüzzaman Said Nursi, insanlığın yeryüzünde Allah’ın halifeliğine liyakatinin tescilini anlatan Hz. Âdem’e (AS) secde kıssasını âyette geçen “arz” tabirine dayanarak Arz ve Talep kanunu noktasında şöyle açar:
“عَرَضَهُمْ Müşterilere gösterilmek üzere kumaş toplarının açılıp arz edildiği gibi, eşyanın envâı (nesnelerin türleri) da bast edilerek enzar-ı melâikeye (meleklerin nazarlarına) gösterilmiştir. Bu tâbirden şöyle bir işaret çıkıyor ki: Mevcudat, müdrik (idrak sahibinin) ve âlimin malıdır. İlimle alır, isimle ahzeder, suretlerinin temessülüyle temellük eder.[11] ”
Buradaki isim, patent hakkı ve damga demektir. İlim ve keşif kiminse, telif hakkı da onundur. Arapçada isim kelimesinin kökü, “vesm” (damgalamak) demektir. Evet her insan, kâinat kitabının kendisiyle ilgili sayfalarına ömrü boyunca yaptığı iradî fiilleriyle mührünü vuruyor. Her bir insan ilmini surete büründürüp gözlere göstermekle (Edison’un ampulü yapması gibi) onun kendi mülkü olduğunu tescillemektedir. Bu, tam mülkiyet halidir; surete bürünmezse, fikrî mülkiyet olarak kalır. Bu açılardan bakılınca insanlık, yeryüzündeki her şeye muhtaç yapısıyla, onlarda yaptığı derin tahlillerden elde ettiği ilimle, onlara bakarak ürettiği zanaat, sanat ve sanayi ile yeryüzüne damgasını vurmakta ve Allah’ın halifeliği manasını hak ettiğini medeniyeti ile göstermektedir. Bunun farkında olmasa ve reddetse bile…
İnsanlık, ihtiyacının verdiği gözle her nesneyi isimlendirmektedir. İsimlendirmeyi de en doğal haliyle nesnelerin fonksiyonlarına göre yapmakta ve fıtratla bağını kurmaktadır. Yazıcı, hesap makinesi, kazma ve çekicide olduğu gibi… Bu manada en büyük potansiyelli varlık insan olduğu için, en muhtaç o olmakta; en muhtaç o olduğu için en çok ilim ve isimlendirme onda olmakta; en çok ismi ve ilmi o bildiği için halifelik makamı bihakkın ona ait olmaktadır. Onun büyük ilmi, ona sonsuz hayatı göstermektedir. Ve fıtratını ilim ve dua ile mükemmelleştiren her bir hakiki insan, dünyada tattığı fâni numunelerin ona açtığı pencereler ile ebedî Cennet’e bakmakta, dua dua o sonsuz güzelliği istemekte; amelleri ile ona müşteri olmaktadır.
Beşeri ürünlerin bedeli olarak insanlar, arz ve talebin birbirini dengelemesiyle ortaya çıkan bir “fiyat”ı bir birlerine veriyorlar. İlâhî bir arz ve ikram olan nimetlere karşı ise insanın sorumluluğunu Said Nursi ekonomik bir temsil eşliğinde şöyle özetler:
“Sual: Tablacı hükmünde olan insanlara bir fiyat veriyoruz. Acaba asıl mal sahibi olan Allah ne fiyat istiyor?
Elcevap: Evet, o Mün'im-i Hakikî (Hakiki Nimet Verici), bizden o kıymettar nimetlere, mallara bedel istediği fiyat ise üç şeydir: Biri zikir, biri şükür, biri fikirdir.
Başta "Bismillâh" zikirdir. Âhirde (sonda) "Elhamdü lillâh" şükürdür. Ortada, bu kıymettar harika-i san'at (sanat harikası) olan nimetler Ehad, Samed'in mucize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derk etmek (idrak etmek) fikirdir. ”[12]
Evet, evet… Arz ve talep evrensel iki hakikat, dünya ve âhireti düzenleyen iki kanunu, Allah’ın piyasalardaki iki elidir. Arz ve talebe göre işleyen bütün mekanizma ve yapılar da Allah’ın iki eli sayılırlar. Bu açıdan bakılırsa özel sektör, bir el; kamu sektörü diğer el; mal piyasası bir el, hizmet piyasası diğer el; çiftçilik ve ticaret bir el, memuriyet diğer el; dünya hayatı bir el, Âhiret hayatı diğer el… Ekonomik açıdan dersek, sonsuz merhamet sahibi Rahman’ın celalli sol avucundan iflas ile ayrılan, ikramlı sağ eline düşer; eğer değerlendirebilirse… Bu açıdan açlık korkusu ve ümitsizliğe asla yer yoktur. Piyasalarda kriz ve bunalım alâ külli hal olacaktır. Olsa da Lenin’in dediği gibi “ Sürekli bunalım olmaz. ”[13]
[1] Sosyalizm, kendi bünyesinde serbest piyasa ve Arz-Talebi reddetse de, uluslararası piyasada kabul etmiştir.
[2] İbn Mâce, “Ticârât”, 12.
[3] Prof. Dr. Erol ZEYTİNOĞLU, Ekonomik Doktrinler, 82-83.
[4] Prof. Dr. Erol ZEYTİNOĞLU, Ekonomik Doktrinler, 76-77.
[5] Ebu Yusuf, el-Harac, s. 53; İbn-i Hanbel, el-Musned, III, 85; Abdurrezzak, VIII, 205; İbn-i Mace, Ticârât, 27; Ebu Davud, Buyu’, 49; Tirmizi, Buyu’, 73.
[6] Buhari, Zekat 8; Müslim, Zekat 63, (1014); Muvatta, Sadakat 1, (2, 995); Tirmizi, Zekat 28, (661); Nesai, Zekat 48, (5, 57); İbnu Mace, 28, (1842).
[7] Bakınız, 27. ve 78. Âyetler.
[8] Fâtiha suresi, 7. Sırat-ı müstakîm ifadesi, bütün konuları içine alabilecek derece köklü ve zengin bir meseledir.
[9] Mâide suresi, 64.
[10] Mâide suresi, 66.
[11] İşârâtü’l-İ’caz, Bakara Sûresi, 31.
[12] Sözler, 1. Söz.
[13] İktisad’ın Dama Taşları I, 95.