Asıl olan bireyin kendini sorgulamış olması

Hüseyin KARA

“Bir millet cehaletle hukukunu bilmezse, ehl-i hamiyeti dahi müstebit eder.”

                                                                                                                             Bediüzzaman

İç sorgulama dediğimiz nefis muhasebesi bireye en ağır gelen şey. Çünkü varlığını her an içimizde ve hatta içimizde bir buyurgan olarak hissettiğimiz nefsimiz, yani egomuz hiçbir zaman olmaz ki kendine yontmaktan vazgeçmiş olsun. Her zaman kendinin iyi, güçlü ve kusursuz olduğunu kabul eder. Kendine dokunanlara karşı da öyle pek müsamahalı olmaz; deyim yerindeyse kendini hiçe sayanlara savaş açar.

Nefsin bu yapısından haberi olmayanlar ya da haberi olsa da nefsin kaynaklık ettiği kötü yanına yenik düşenler, kendi öz benlikleri yerine geçen egolarını savunma refleksinde bulunurlar. İşte böylesi insanlara söz anlatmak, hangi konumda olurlarsa olsunlar, deveye hendek atlatmaktan zor.

Birey olarak böylesi bir tutumun tutsağı olmak elbette sahibine çok zor anlar yaşatır. Bir toplumun sorumluluğunu üstlenen lider konumundakilerin ise bu anlamdaki tutsaklıklarıyla yalnız kendilerini değil, başkalarını da körükledikleri ateşte yakarlar. Liderin sorumluluğu bireyin sorumluluğundan kat kat fazla olduğu için yıkımı da fazla. Hatta sırf bu yüzden cemaat kültürünün pek de sağlıklı, özgür ve açık olmadığını savunanlar var. Toplum bireyleri genelde liderleri olan kişinin tutum ve davranışlarını benimserler. Bunu da birlik adına yaparlar; sonucu hesaba katmayarak, özgür fikre gelecek zararı ve daha sonra böyle bir olumsuz kanaatin yaygınlaşmasını göz ardı ederek. Ne garip ki, nefsin tutsağı olan liderler, kendilerine bağlı olanların bu iyi niyetlerini çoğunlukla istismar ederler.

Elbette iç sorgulama bireyin her şeyden önce önem vereceği bir husus. Kendini sorgulayamayan başkasını sorgulama cesaretini gösteremez; hiçbir davranışında özgür davranamaz. Yani ters bir bakışla iğneyi kendine sokamayan çuvaldızı başkasına sokma girişiminde bulunamaz; böylesi bir cesareti kendinde göremez.

Birey asıldır. Felsefi ve dini faaliyetler dahil bütün öğretiler bireyi hedef alırlar; onun olgunlaşması yönünde gayret sarf ederler. Kendi haksızlığına göz yummayan birey başkasının haksızlığını görmezden gelemez. İlle de buna karşı bir tepkide bulunur. Hele başkasının tutumu yalnız kendini değil, çevresindekileri de ilgilendirecek türdense, asla müsamaha etmez. Bu tutum iman ve demokrasiyi özümseyen toplum bireylerinin ortak özelliğidir.

Toplum bireylerden oluştuğuna göre bütün gayretin bireye yoğunlaşması son derece önemlidir. Kılı kırk yaran türden hakkı gözeten, haksızlığa asla ödün vermeyen, hakkı her ortamda haykırabilen, çıkarına iş yapmayan, yalan söylemeyen ve davasının ilkelerini her şeyin üstünde tutan bireylerden oluşan bir toplumda nasıl bir hayat yaşanacağı az çok hayal edilebilir. Çıkarların peşinde asla koşulmadığı ve işlenen hataların anında tepki gördüğü bir toplum! Bu gibi toplumlarda haksızlıklar en az yaşanır. Bu gibi toplumlarda lider ile üyeler arasında mesafe olmaz; söz söyleme özgürlüğü herkesin kullandığı vazgeçilmez bir haktır. Böylesi toplumlarda büyük küçük, kuvvetli zayıf, şöhretli ya da sıradan insan olmanın ayrıcalığı yok. Çünkü bu toplum bireylerinin bütünü hak ve hukuk çizgisindedir.

Birey toplumun köşe taşı. Lider de lideri olduğu toplumunun çoğunluğuna uymak zorunda. Ama toplumların iki tür oluşumları var. Biri, bir davanın, bir fikrin, bir ideolojinin ya da herhangi bir oluşumun meydana getirdiği toplumlar ve diğeri ise bir liderin nefesiyle yetişen bireylerin oluşturduğu toplumlar. Bir başka deyişle, birinde davanın ilkeleri ve diğerinde ise kişisel görüş hâkim.

Bir liderin kontrolünde gelişen toplum, liderinin aynasıdır. Bireylerinin tutum ve davranışlarında liderlerinin nefesi var, bireyler kendilerinin değil daha çok liderlerinin ruhunu yansıtırlar. Lider ne ise üyeler de odur. Baskıcı bir lider başkaldıran bir üyesinden asla hoşlanmaz; hatta kendini aşan birinden de. Yani bir davanın kontrolünde olmayan bir lider üyelerini kendine uydurmak ister.

Bir dava etrafında oluşan bir toplumun ve o toplumu oluşturan bireylerin her zaman dikkate alacakları davalarının ilkeleridir. Böylesi bir toplumun lideri de üyesi de davaya uymak durumundadır. Asıl güç davanın elindedir. Davaya rağmen liderin bir yaptırım gücü yoktur. İlkenin, hukukun baz alındığı bir toplumda kuvvetli, sırf gücünden dolayı zayıfa karşı haklı olamaz. Toplum huzurunu bireyler ve liderler değil, her iki kesimin bağlı oldukları davanın ilkeleri belirler.

Bireylerin otokontrolü aynı zamanda adil bir toplumun da otokontrolüdür. Otokontrolü sağlanmış bir toplum olarak Asr-ı Saadet toplumunu gösterebiliriz. Peygamberimizin mucize toplumudur bu. Hele dört halife döneminde sergilenen tutum ve davranışlar, ilkeler bazında hareket eden bir toplumun tarihe neler kazandıracağının canlı ve açık bir delilidir. Hz. Ömer’in hutbede iken üzerindeki entariyi sorgulayan sıradan bir sahabenin öyküsünü bilmeyen yok gibi. Hutbesine başlar başlamaz “önce üzerindeki elbisenin hesabını ver, sonra konuş!” diyen sahabe her şeyden önce ilkeler için yaşayan ve hayatını davası uğruna feda edebilecek düzeyde olan biriydi. Ganimet olarak dağıtılan kumaştan bir elbise çıkamazdı; oysa Hz. Ömer’in üzerinde aynı kumaştan tam bir elbise vardı. Bu otokontrol özelliğine sahip sorunun cevabının oğlu Abdullah tarafından verilmesini istedi Hz. Ömer. Meğer Abdullah kendi hissesini babasına vermişti de Halife Ömer ondan tam bir elbise yapabilmişti. Hz. Ömer, yaptığı bir hatayı düzeltecek ve hatta süngülerinin ucuyla düzeltebilecek bir topluluğa sahip olmasından ötürü de Allah’a şükretti.

Burada, hem bir lider ve hem de bir grubun üyesi olarak bizi ilgilendiren iki nokta önemlidir: Biri, birey, yani bir grubun, yani bir davanın üyesi olarak sahabelere düşenin yerine getirilmesi, özgürlüklerin gereğinin yapılması ve diğeri de lider olarak halife Hz. Ömer’in bu tepkiden öfkelenmek değil, tam aksine hoşnut olmasıdır. Hatayı sıradan insan yaptığı gibi bir lider de pekâlâ yapabilir. Bir lideri, bir halifeyi, bir sultanı uyaracak da gücünü kanundan ya da ilkeden alan halktır. Halka rağmen hiçbir lider hatasını sürdüremez. Hz. Ömer, kendini yönettiği halkından üstün görmüyordu ki onların uyarılarına kulak vermemiş olsun; tam aksine halkın memnuniyeti onun adil olduğunun bir göstergesiydi. Üstelik Hz. Ömer gibi bir kişilik, halife olmakla kendini son derece sorumlu görmekteydi.

Yine bu toplumda çiçeği burnunda birinci Halife  Hz. Ebubekir’in Üsame ordusunu, değişik fikirler ortaya atılmasına rağmen, sırf Allah Resulünün vefatından önceki emrini, davasının bir ilkesini yerine getirmek için sefere çıkarması aşamasında şehir dışına kadar kendisi yaya Üsame atlı olduğu halde uğurlamayı sürdürmesi ile lider olarak sıradan bir halktan kendini kabul etmesinin anlamı büyüktür. Yani o büyük halife, lideri olduğu sahabe topluluğuna “ben sizin için varım, ben sizin hizmetinizdeyim ve davamın emrindeyim” demek istiyordu; yani Allah Resulünün emrini yerine getirmek için olanca gayret ve tevazusunu sergiliyordu. Aynı Halife halifeliğinin ilk hitabında davanın ilkelerine uyduğu takdirde kendisine itaat edilmesini, aksi halde itaat edilmemesini vurguluyordu. Böylesi toplumlarda liderlik makamı buyruk yeri olmaktan çok hizmet yeriydi.

Günümüzde cemaat ya da grup bazında nefis muhasebesini ele aldığımızda durum değişmez. Birden fazla üyeleri bulunan oluşumların kendilerine göre ilkeleri var. Lideri konuşturan da üyelerine haklar tanıyan da bu ilkeler olmalı. İlkeler karşısında lider ve üye aynı hakka sahip olmalı. İyi bir lider, zor da olsa üyelerine çok şey kazandırabilir; hatta gayretleri sonunda onları belli bir düzeye çıkartabilir. Sıfırdan aldığı toplumunu çağdaş toplumların üzerine çıkartan liderler, bir anlamda başarılı liderlerdir. Asr-ı Saadet toplumunu çağdaş toplumlarının üstüne çıkaran İslam Peygamberidir elbette ve bu toplum tarihte parmakla gösterilen onun en büyük mucizesidir.

Herhangi bir grubun lideri eğer nefis muhasebesinden yoksunsa ya da grubun ortak davasının ilkelerine bağlı değilse, lideri olduğu toplumunun en büyük engelidir. Her şeyden önce otoriterdir; kendisine karşı gelmeyi değil en küçük bir itirazı dahi istemez. Nefsi, yani egosu onun biricik olmasını ister çünkü. Bu gibiler göstermeseler de kendilerinden güçlü olanlara tahammül edemezler, bir fırsatını bulup kendilerinden uzaklaştırırlar. Yeniliğe asla açık olmazlar, çünkü her yenilik konumlarına ve gururlarına vurulan bir darbedir. Böyle bir lider altındaki bireylerde korku sinmiştir. Başkaldırmaya kalksalar, genelde azınlıkta oldukları için silineceklerinden korkarlar. Mevcudu muhafaza yolunda olup bitenlere karışmamayı tercih ederler. Bu sessiz kitle çoğaldıkça lider otoritesini tamamen yerleştirerek bir despot olur çıkar. İşin garibi de halkın bu tepkisizliğini birlik olarak algılamaya başlar ve üyelerine de bunu telkin eder. Elbette sessiz ya da tepkisiz çoğunluk, bilinçli olmasa da bir otoriter lider tipi doğurmuş olur. Bilmezler ki, haksız yere alkışladıkları liderleri onları belirsizliğe sürüklemektedir.

Otoriter lidere sahip topluluklarda özgürlük de yoktur. Liderin aşılması bir saygısızlık olarak nitelenir. Böylesi bir toplumdan otokontrol de kalkmıştır. Yukarıdaki sorumsuzluk aşağıdakilere yansır; bireylerin hiç yapmadığı ve hatta son derece yabancı oldukları şey de nefis muhasebesidir. Baskı, onlarda kendilerine karşı bir yabancılık hissettirmiştir. Nefis muhasebesi hatalarla, yanlışlarla, kötü yanlarla bir yüzleşmedir. Böylesi bir yüzleşme kendilerinin inkârı anlamına gelir; buna cesaret etmek son derece zordur. Otoriter lider bunu bildiği için üyelerinin bu zaafını çok iyi kullanır.

Kala kala bireylerin ne pahasına olursa olsun gördükleri yanlışları seslendirmiş olmaları. Bu tok ve doğru sesler ne kadar şok olursa otoriteye bağlı oluşumlar o kadar çatırdamaya başlar. Başlangıçta bir kaos olarak gözükse de sonuç itibariyle her zaman iyidir. Nefis muhasebesine sahip bireyler, gün gelir liderlerini buna mecbur eder.

Ne olursa olsun her fikri oluşum hep bireyden başlamıştır. Kutsal davalar da bu yöntemi kullanmıştır. Oluşumların merkezinde de kâinatın merkezinde de birey var. Bu nedenledir ki, bireyin bilinçliliği her şeyden öncedir. Bilinçli birey bir grubun üyesi ise o grubun aynı zamanda otokontrolüdür; üye değil de bir liderse bu takdirde grubunun tepedeki denetimcisidir. Lider konumu itibariyle grubuna yönelik sorgulama da yapabilir. Ama lider önce kendi nefis muhasebesini yapmalıdır. Bu özellik kendinde yoksa kendi yönetiminde olanın onu etkilemesi zor. Bireylerin otokontrolü olması çok şeydir aslında.

Sonuç olarak şunu söylemek yerindedir. Bireyler, kendi özgürlüklerine sahip çıktıkça yukarıdan, yani liderden gelen baskı en aza iner. Özgürlüğü yaşamak, hakkın yaşanmasıdır. Hakkın karşısında en büyük despotlar bile etkisiz kalır, yıkılmaya mahkûmdurlar. Ama bunun tam tersi özgürlüğünü yaşamayan, hatta tutsaklıktan haz alan, haksızlığın karşısında sesini yükseltmesini bilmeyen bireylerden oluşan sünepe bir toplum, başlangıçta içten olan bir lideri ya da bir yöneticiyi bile baskıcı yapabilir. Böyle olunca, bir grubun işleri iyi gitmiyorsa eğer, sıradan üyesinden ta liderine kadar herkes sorumludur. Uzun zaman sözle de olsa ciddi olarak uyarılmayan bir liderin yaptıkları hatalarına herkes ortaktır.

Nefis muhasebesi, yani bireysel sorgulamamız, bizi haksızlıklara karşı sürekli tetikte ve uyanık tutar; olumsuzluklara karşı en etkin silahımızdır. Kendini unutan, çıkarının peşinde koşan ve her an rahatını düşünen bir grubun ya da bir cemaatin üyesi olan birey, öcü gibi saydığı liderine karşı söz söyleyecek cesareti gösteremez.

Hakka teslim olmak kadar haksızlığa başkaldırmak da erdemli bir davranıştır. Ama bunu çoğumuz göz ardı ederiz.

huseyinkara@risalehaber.com

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.