Bazen öyle ortada kalıyor insan. İçinde bir yazma isteği oluyor, ama hakkında yazacak şey bulamıyor. Hakkında yazılacak şeyler, eğer bizzat sizin bir yaranıza tekabül etmiyorsa, yani onu deşmek sizde tuhaf bir tatmin hissi yaratmıyorsa (hem can acısı hem iyileştirici tatmin) o zaman yazmanın da, okumanın da bir anlamı yokmuş gibi.
Dışınızdaki dünyada büyük büyük(!) şeyler yaşanıyor olabilir. Koca koca(!) adamlar her gün onlardan bahsediyor olabilir. Ama sizde bunu anlamlı ve kıymetli kılacak şey yaralarınızdır. Eğer karadeliğin dolmasına benzer bir tatmin ve içhuzuru yaşatmıyorsa bu, daha çok şey hakkında, daha çok şey karalamanın da bir anlamı yok. (Bediüzzaman'ın tabiriyle 'aklı geveze etmek'tir bu.) İnsan başkaları için, sırf başkaları 'hoş bulacak' diye yaşayamaz ki. Başkalarının beğenisiyle yaşanan bir tatmin çabuk terkeden bir tatmindir. Başkası hep 'başkasıdır' çünkü. Gidicidir. Aşk bile olsa öyledir. İnsan en nihayet kendisine kalır. Tıpkı ömrü boyunca okurlarının beğenisiyle ayakta durmaya çalışmış Virginia Woolf'un Mrs. Dalloway'de dediği gibi:
"Aşk da mahvediciydi. Güzel olan, doğru olan ne varsa gidiyordu." (...) "Hiçbir şey yeterince yavaş değildi. Hiçbir şeyin ömrü yeterince uzun değildi." Yahut Pazartesi ya da Salı'da dediği gibi: "(...) beğenilmek hayal kırıklığını onaramıyordu."
Lezzet-i ruhaniye dediğimiz şey ise, tıpkı ruhun kendisi gibi, daha kalıcı bir mutluluk. Zeval-i lezzeti elem olmayan, belki zevali de olmayan türden. Eylemsel değil olgusal/doğrusal bir lezzet. Hakikatin lezzeti. Doğru şeyi yapmış olmanın mutluluğu. Kalabalığın desteğini almış olmanın 'mış gibi' mutluluğu değil. Allah'ın rızasını aramak da salt bir 'beğeni' aramak değildir bu yönüyle. Daha derin birşeydir. Açlığınızı çektiğimiz şeydir. Olması gereken şeydir. Olmayınca eksik kaldığımız şeydir. Yaratılmışlığın yaralarının tedavisiyle ilgilidir:
"Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın, manen hastasın."
Aramazsan iyileşmeyeceksin. İkisi pek sık karıştırılır. Niceliğin desteği doğru şeyi yapmak anlamına gelmez her zaman. Ama doğru şeyi yapmak bazen bugün bazen de yarın (zira en nihayet 'akıbet takva sahiplerinindir') niteliğin sizin yanınızda olacağını garanti eder.
Nice peygamber gelmiştir ki, ümmetleri olmamıştır. Davalarında bir yanlış olduğundan veya bir üslûp hatasından mıdır bu? Hayır, haşa, kalabalıkların eylemden öte doğruyu farketmesi zaman aldığından. Bugün Hz. Muhammed aleyhissalatuvesselamı destekleyen herkes aslında onları da desteklemiş oluyor. Peygamberler insanlığı klanlara, aşiretlere, kavimlere bölmek için gönderilmediler. Aynı zamanda farklı topluluklara gönderilen peygamberler vardır, ama birbirleriyle savaşan peygamberler yoktur.
Allah'ın varlıkta muradı hiçbir zaman bölmek, parçalamak, savaştırmak olmadı. O bir bütünlüğün/tevhidin kalıbında yarattı mahlukatı. Mahlukat bu anlamsız tefrikaya sınırlılığından uğradı. Ve savaş tefrikanın iyi birşey olmadığını hatırlatacak bir bilançoydu çoğu zaman. Yanlış yolda olduğumuzun, bu yolun sonunun yıkım olduğunun en çıplak göstergesiydi.
"Ey insanlar! Doğrusu Biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız."
İnsan önce yaratılıyor sonra da farkları ve düşmanlıkları yaratılıyor değil. İnsanın yaratılışındaki sınırdır ki, kendi dışındaki varlığı 'ötesinde' ve 'farklısı' olarak algılamaya mahkum. Elinde iki seçenek var: Ya o farklılığı bir bilgi kaynağı kılıp tevhide bir kapı açacak. Yeni bir marifet devşirecek ondan. Yahut da öteki olanı 'kendinin olmamakla' veya 'kendinden olmamakla' yaftalayıp ondan kaçacak. Her ne ile karşılaşsanız yeni, tepkiniz iki şekilde olur: Ya merak ile ona yönelirsiniz, ya korku ile ondan çekinirsiniz. Birisi kuvve-i akliyeye bakar. Ötekisi kuvve-i gadabiyeye.
Birşeyler yazmaya niyetlenmek, arzusunu da duymak, bir nevi tanıma isteği. Hem tanınma isteği... Allah ırkımızı böyle kabile kabile, renk renk kıldığı gibi kelimelerimizi de, dillerimizi de, düşüncelerimizi de birbirinden ayırmış. O dillerin içinde de manaları birbirinden ayrı parçalar olarak bırakmış zihinlerimize. Anadilimiz gibi has dillerimiz de var ki şu yazdıklarımızla ortaya çıkıyor. Edebiyatın da amacı kardeşliktir. Zihinden zihine sözle ulaşmaktır. Allah bizden o kelimeleri ayrı ayrı bırakmamızı istemiyor, o kelimelerden düşmanlık üretmemizi de.
O kelimeler vasıtasıyla ve yine birleştirerek kolayca tanımamızı diliyor birbirimizi. (Yazmak birleştiricidir.) Yalnız birbirimizi mi? Kendimizi de. Kendimizle de barışırız yazarken. Fakat nereden başlayacağız düşünmeye? Düşünmenin en zor yanı, eşiği, ilk adımıdır. Nasıl başlayacağına karar veremeyenlerin vazgeçtikleriyle doludur çöpsepetleri. İşte bu noktada da vahiy devreye giriyor. Allah bize nereden başlayacağımızı öğretiyor bir nevi. Her bir ayet bir yıldız. Bir pusula. Bir merkez. Bediüzzaman ayet ve yıldız, Kur'an ve sema arasında benzerlik ilgisi çok kurar:
"Ömrün kısa ise, ebedî bir ömrün var, merak etme. fikrin sönük ise, Kur'ân'ın güneşi altına gir, imanın nuruyla bak ki, yıldız böceği olan fikrin yerine herbir âyet-i Kur'ân birer yıldız misillü sana ışık verir."
Benim fikrim sönüktü Allahım. Kalbime yazmak isteği koymuş idin, ama ne hakkında yazacağıma karar veremezdim. Düşünmek istiyordum, ama neyi/ne kadar düşüneceğime karar veremezdim. Nihayetinde hepsi gidiyordu. Hiçbirisi yazmaya değer görünmezdi. Ne zaman ki, Kur'an'ın şifalı yüzü bana açıldı, o zaman konuşmaya/yazmaya değer şeyler olduğunu anladım. Yola çıkacak, ilk adımı atacak altıbinden fazla cümlem var artık. Eş'arîce birşey bu söylediğim. Allah'ın kendisini de 'kolayca tanımamızı' murad ettiğini kastediyor. "Allah kolaylık diler, zorluk dilemez."