Aşk Yazıları
İnsan daha çok hayvanatta tecelli eden mahlukat vasfını cismaniyatında, maddi cihazatında bulundururken, daha çok nebatatta (bitkilerde) tezahür eden masnuat vasfını maneviyatında, manevi cihazatında bulundururmuş.
Hayvanlarda ve bitkilerde, kısacası kâinatta her ne var edilmişse, nispi, misli veya ayni olarak insanda da var edilmiş. Yine kâinattaki ilahi düzenin devamı için ne gerekiyorsa, nispi, misli veya ayni olarak insan için de aynı şeyler gerekli kılınmış.
İşte o zamanlar anlamaya başladım ki kâinat insan için yaratılmış; ama insanla sınırlı tutulmamış. İnsan cismani ve manevi varlıkları itibarıyla eşref-i mahlukat olmaya layık görülmüş olsa bile, derin bir acz ve fakr hali onda hüküm sürecek şekilde yaratılmış.
Kâinatta her ne var ise onu talep edecek maddi ve manevi cihazat ile teçhiz edilmiş. Maneviyatına sevme, sahiplenme, şefkat, merhamet gibi duygular yerleştirilirken, görme, işitme, dokunma vb. duyuları bu duygularına hizmet edecek şekilde tanzim edilmiş.
İnsanın maneviyatına sınır konulmazken, maneviyatındaki kuvve hallerin fiil hale dönüşmesi maddi cihazatı ile sınırlandırılmış. Arzuları, istekleri, ihtiyaçları gönlünün ulaşabildiği noktalara kadar uzandığı halde, iktidarı elinin, en fazla gözünün ulaşabileceği noktalara kadar varabilmiş. Gönlü gözü ile, hayalleri aklı ile, ruhu cismaniyeti ile nispeten sınırlandırılmış. Oysa insanın muhatap olduğu her durum, onda olumlu veya olumsuz bir takım duyguların oluşmasına, akabinde de bunları değiştirme ve dönüştürme ihtiyacına neden oluyormuş.
İşte o zamanlar anlamaya başladım ki insanın başka bir varlık ile olan muhatabiyeti eğer onda olumlu bir duygu oluşturmuşsa bu ilk önce arzu olarak ortaya çıkarmış. Arzu edilen şeyin onun için nispi önemi, onun ihtiyaca dönüşüp dönüşmeme durumunu ortaya çıkarırmış. Kişi muhatap olduğu şeyi vazgeçilmez bir şey olarak görmeye başladığı andan itibaren bu ihtiyaç duygusu acz duygusuna, acz duygusu da güçlendikçe fakr duygusuna dönüşürmüş.
İşte aşk tam da burada devreye girermiş. Zira insan gerçekte acz, fakr, şefkat ve tefekkürden mürekkep bir varlıkmış. Aşk bu dörtlünün ortasına, merkezine yerleşirmiş. İnsanın acz ve fakr tarafı nispeten mahlukat tarafına, yani cismaniyatına baktığı halde, şefkat ve tefekkür tarafı nispeten masnuat tarafına, yani maneviyatına bakarmış.
İşte aşk bu sefer de insanın bu mahlukat ile masnuat arasındaki bir yerinde dururmuş. Burada kişi bir yol ayrımında bulunurmuş. Zira bulunduğu yer insanın maddi varlığı/cismaniyeti ile manevi varlığının/maneviyatının, insaniyet ile İslamiyet’in karşılaştığı bir yermiş. Ve insan her halükarda bir karar vermek zorundaymış.
Çünkü aşk tabir yerindeyse tarikat mertebelerindeki gibi bir makammış ve o makamda uzun süreli kalınamazmış. Ya zaaf ve ihtiraslarına mağlup olarak, geri düşüp, cismani/şehvani bir hal alırmış ki bunun ucu hayvaniyata çıkarmış ya da ileri gidilip ilahi bir hal alırmış ki, bunun ucu da şefkate, oradan da tefekküre çıkarmış.
İşte o zamanlar anlamaya başladım ki mümin bu aşk ikileminde acz, fakr, şefkat ve tefekkürle kemale erip, eşrefi mahlukat sıfatını hak eden bir varlık olabilirmiş. Bunun şartı muhatap olduğu varlığa karşı alaka durumunu, arzu ve bunun bir sonraki aşaması olan ihtiyaç, onun da bir sonraki aşaması olan zaaf ve onun da bir sonraki aşaması olan ihtiras, bunun da bir sonraki aşaması olan inkar durumuna dönüştürmemekmiş.
İşte o zamanlar anlamaya başladım ki kendi sesine ses verecek karşı cinsten bir sesin, kendi kalbine nazır olabilecek karşı cinsten bir kalbin arandığı yaş dilimlerinde bu ilgi, alaka, arzu, ihtiyaç, zaaf, ihtiras ve inkar halleri sıklıkla yaşanırmış. Bu yaşlarda insanlar genelde iki ateş arasında kalırlarmış.
Birincisi kendini bir şeye nispet ettirme sevkinin bir sonucu olan aşk ateşi, ikincisi de “aidiyet” duygusunun ön plana çıktığı dava ateşiymiş. Yani aşk ve din ateşiymiş.
Şu bir gerçekmiş ki bu ateşlerden birine giriftar olan kişi çoğu kere diğerine de giriftar olurmuş. Zira iman etmek bir istidat işi olduğu gibi, aşk da bir istidat işiymiş. Böyle durumlarda söylenirmiş Fuzuli’nin “Bende Mecnun’dan füzun aşıklık istidadı var / Aşık-ı sadık benem Mecnun’un adı var” mısraları.
Bu istidattanmış çoğu kere mecazi aşkla ilahi aşkın arkalı, önlü gelmesi. Bu istidattanmış bazen mecazı aşkın önce gelmesi, sonra da bunun ilahi aşka dönmesi. Bu istidattanmış bazen ilahi aşkın önce gelmesi, peşinden mecazi aşkın gelmesi.
İşte aşk burada devreye girermiş şefkatin bir alternatifi olarak. Zira birinci halde insanın kendini ve aşkı aşkla dönüştürerek, kemale ulaşması nispeten kolaymış. Yani aşk-ı mecazinin aşk-ı hakikiye ve aşk-ı ilahiyeye dönüşmesi nispeten kolaymış.
Öte yandan ilk önce tutulan ateş aşk ateşi değil de din ateşi ise, bu ateşin ardından mecazi aşka muhatap olma durumunda sorunlar daha da büyük olurmuş. Burası çıkış vermeyebilirmiş.
İşte o zamanlar anlamaya başladım ki aşk ateşi insanı irşad edebilirmiş. Bu yol zor, sıkıntılı, meşakkatli olsa da mümkünmüş. Öte yandan din ateşi de insanı irşad edebilirmiş. Eğer din ateşi insanı irşad etmişse bu kişinin aşkı irşat etmesi daha kolaymış. Ama henüz din ateşi ile tam pişmemiş, ham insanlar aşk-ı mecazi ateşi ile karşılaşırlarsa onların bu ateş-ten yara almadan kurtulmaları ilkine göre çok zormuş.
İşte o zamanlar anlamaya başladım ki Arap şairi Kahriyyat’ın da dediği gibi kâinat da, insan da bir takım merhalelerden geçe geçe bir kemal noktasına doğru gidiyormuş. Yeter ki insan yaratılış gayesine uygun bir hayatı yaşamak konusunda azimli olsun. Mahiyetinde derc edilen maddi ve manevi cihazatları usulünce işletebilsin.
Yeter ki aczini, fakrını bilip, kâinatla şefkat ve tefek-kür penceresi ile ilişki içinde bulunabilsin.
Yeter ki aşkta sürgün verebilen zaaf, ihtiras ve inkar hallerinden uzak durabilsin.
İşte o zaman insan “Mekteb-i aşk içre Mecnun ile birlikte okudum / Ben mushafı hatmeyledim Mecnun velleyl’de kaldı.”, yani Leyla’da kaldı, diyebilirmiş. İşte o zaman Şeyh diye tutunduğu aşka/aşkına şefkatin yüksek perdesinden bakarak, şeyhini irşat eder, şeyhinin şeyhi olabilirmiş.
İşte o zamanlardan bu yana ben hala Risaleyi, en çok da Mesnevi’yi okumaya ve sevmeye devam ediyorum. Ne var ki ben o zamanlardan bu güne hala, aşk ateşi ile yandığı zamanlar kendisine tiryak diye Mesnevi’yi verdiğim Hasan’dan başka aşkın irşad ettiği bir şakirt görmedim, göremiyorum.