Kim olursa olsun, kaç yaşında olursa olsun her insanın karşı konulmaz bir muhabbet isteği, doymak bilmez “karşılık” beklentisi var. Yüzyılın ezber bozan eseri Risale-i Nur’dan öğrendiğimiz hakikatlerden biri de eşyanın, aldığı “emir”le belki karşılığını bilmeden ama Kime hizmet ettiğini, Kimden emir aldığını çoğu zişuurdan daha iyi bilen eşyanın, nasıl aşk ile görevini eksiksiz yerine getirdiği. Öyle ya muhabbetten neşet eden, muhabbetle iş görür.
Bu yazı maalesef ne engin suları seyre dalarken, ne uçsuz bucaksız ormanlarda kaybolmuşken ne de bir huzur bahçesinde kuş cıvıltıları, renk cümbüşleri arasında değil; şehir de, beton yığınları ve dünyanın bizi oyalayan gürültüleri arasında yazılıyor. Ve yine o ezber bozan hakikatlerden anlayabildiğimiz kadarıyla kâinatın Halık’ına karşı beklentisiz sürdüğü aşk-ı hakikiden dem vuruyor. Kur’an’ ın pek çok ayetinde, yine Peygamber Efendimizin hayatının her anında rastladığımız “kâinat tefekkürü” Risale-i Nurlarla birçoğumuzun şehir koşturmacalarında da hayatına giriyorhamd olsun.
“Cevşen-ül Kebir ve Risale-i Nur ve Hizb-i Nurî dahi kâinatı baştanbaşa nurlandırıyor, zulümat karanlıklarını dağıtıyor, gafletleri, tabiatları parça parça ediyor. Ehl-i gaflet ve ehl-i dalaletin altında saklanmakistedikleri perdeleri yırtıyor gördüm. Kâinatı, enva'ıyla pamuk gibi hallaç ediyor, taraklar ile tarıyor müşahede ettim. Ehl-i dalaletin boğulduğu en son ve en geniş kâinat perdelerinin arkasında, envâr-ı tevhidi gösteriyor.” (Kastamonu Lâhikası)
İşte bu envar- ı tevhid perdesi altında müşahede ediliyor ki;kâinat öyle bir cezbeye kapılıp başını aşka eğmiş, elini aşka açmış bir semazen misali Esmanın etrafında dönüp duruyor. Bir duvar kuytusunda taşları delip geçmiş birkaç dalın uzandığı, aşk değil de nedir? Kim görecek ki onu orada, neye hizmet edecek ki… Bazen çimenleşmiş bir duvar köşesi bile muhteşem bir sanat resmine dönüşüyor gözlerimizde.
“Bakınız! En sert ve hissiz o koca taşlar, nasıl balmumu gibi evâmir-i tekviniyeye karşı yumuşaklık gösteriyorlar ve memur-u İlâhî olan o latîf sulara, o nâzik köklere, o ipek gibi damarlara o derece mukàvemetsiz ve kasâvetsizdir. Güyâ bir âşık gibi, o latîf ve güzellerin temâsıyla kalbini parçalıyor, yollarında toprak oluyor.”(Yirminci Söz) Ayetle (Bakara S.74) sabit bir taş hakikatini, hızla geçilen bir kaldırım üzerinde, bütün dünya da ki taşlardan fışkıran otlara uzanan bir “aşk manzumesine” çevirmeyi hangi yoğunluk engelleyebilir. Ki biz farketmesek bile o aşk bütün heyecanıyla yaşanıyor.
Okyanusların derinliklerinde, bir orman kuytusunda, bir dağ tırmanışında kim bilir hangi varlıklar görevlerini - kimsenin görmeyeceği pahasına da olsa, sırf insana müteveccih bir kâinat dengesi adına- yerine getiriyorlar.Kâinat şecere-i nuraniyesi, en münevver meyvesi olan insan için bütün heyet-i mecmuasıyla gece gündüz, yaz kış harıl harıl çalışıyor. Ki bunu görmeyen insan nankördür, zalimdir…
Oralara elimiz, nazarımız yetişmiyor mu? Kaldırım da birikmiş bir su birikintisine, başını güneşe uzatmış küçücük bir ot parçasına, hiç olmadı kirletmek için tüm çabalarımıza rağmen başımızın üzerinden hep ihtişamla uzanıp giden gökyüzünde ki bir buluta, hadi yıldızlarımızı çalmaya başladılar ama hiçbir ışığın gölgeleyemediği Ay’a, ne kadar gürültü olursa olsun tesbihatından vazgeçmeyen bir kuşcuğa… Bir haşir modeli olarak, Hayy-ı Kayyum’unyeryüzünü, ardından tekrar diriltmek üzere öldürdüğünü bize bas bas bağıran kupkuru bir ağaca… Kâinatta her an artan ayetlere, kâinat dolusu kadar ayetlere bir nazar edebilsek. Yeter ki niyet etsek…
"...Evet, Kur’ân kâinatın bir tercüme-i ezeliyesidir.”Ve kâinatın kendi lisanlarıyla okudukları âyât-ı tekviniyenin tercümanıdır. Ve şu kitab-ı âlemin tefsiri olduğu gibi, arz, semâvat sahifelerinde müstetirEsmâ-i Hüsnânın definelerini keşşaftır..."
“Şunu da gördüm ki, Kur’ân’ıncemalini müşahede etmek, kalbin sıhhat ve selametine tabidir. Kalbi hasta olan kimse ise, ancak hastalığının karıştırdığı şeyi görecektir. Zira Kur’ân‘ın üslubu ile kalb birer aynadır; herbirinde diğeri görünür.” (Mesnev-i Nuriye)
Tezkiye gerek kalblere, terbiye gerek. Hani o arkasına saklandığımız, bizi hesaptan kurtaracağını sandığımız “niyetlerimiz” var ya, baştanbaşa sıfırlamak gerek. Kur’ân’la irtibatı kestiğimiz vakit, kâinattan bihaber sürüyoruz ömrü; dahası Yaradan’la intisabı kestiğimiz vakit, kâinatın en münevver meyvesi olacakken, daha tohumu çatlamadan tefessüh edip, süründürüyoruz ömrü... Nerde kaldı cennet bağları.
Her gün, her an fırsatlar seriliyor önümüze. "Allah göklerin ve yerin nurudur." (Nûr S.35), gökler ve yerler nice hikmet manzaralarıyla bu Nur’aayinedarlık edip, aşk ile hizmet ederken; Esbab dairesini hakiki manasıyla görüp, istimal etsek bu muhabbet döngüsünün içinde kaybolsak…
Bu kalb muhabbete layık olana yüzünü dönmez, muhabbetle iş göreni görmeyecekse daha çok yanacak, çok kararacak.
Aşk ise hep kâinatın sürdüğü saltanat olacak.
Bizimle hiçbir ilgisi yok…