Aşkı anladım da parmağımdaki ismim yazılı yüzüğü denize attım. Yüzük rüzgâr gibi inildiye inildeye, halkalar çize çize suda kayboldu. Öyle sandım.
Baktım, balıklar gümüşi renkleri ile kervan kervan suda dolaşıyordu. Sırtlarında ne çok sır taşıyordu. Neden sonra bir yunus balığı yüzüğümle çıkageldi. Emaneti ehline iade etmiş olmanın huzuru ile yüzüğü bana doğru uzattı.
Şaşırdım. Fakat bu şaşkınlık ne bir sevinç, ne de hüzün verdi. Yüzüğü almadım. O da kumların üzerine bıraktı. Bir süre yüzüğe ve bana baktıktan sonra dile geldi:
“Hayat balık ve öküz üzerindedir.”
“Balık?” dedim, “Denizdir.” dedi.
“Öküz?” dememi beklemeden, “Topraktır. Hayat ikisiyle devam eder. Yüzük de balıkla öküzü bir nişanlı gibi birbirine bağlar.” dedi.
Nasıl bir duygu denizinin met cezrinde olduğumu tam kestiremiyordum. Kâh bir cezir halindeydim, kâh met. Bir deniz gibi çalkalanıyordum. Her şey gözümde sürekli değişiyordu. Kâh gülen bir yüz, kâh ağlayan bir ses beni ele veriyordu. Kâh kırılan bir su damlası, kâh süzülen bir güneş ışığı beni ele geçiriyordu.
Kâh cezirdim, kâh met. Kâh vezirdim, kâh mat. Kâh şahsız bir vezirdim, kâh vezirsiz bir şah…
Bir balığa, bir de yüzüğe baktım. Balığa minnettarlığımı belirtip, şehre dönmeye karar verdim. Denizin böğründen, körfez tarafına kıvrılıp, dalga dalga şehir merkezine doğru yürümeye başladım.
Bir cezir haliydi belki. Sokaklar sanatsal motiflerini yitirmişlerdi. Kâgir yapılar kumdan evler gibi görünüyordu. Kuyumcular çarşısı kapanmış, köle pazarı dağılmıştı. Balık hali kepenk kapatmak üzereydi.
At Pazarına doğru toynağa kalktım. Pazara vardığımda saf kan atları güneşin ülkesine gidecek süvarileri beklerken gördüm. Şehir her şeyiyle harikaydı. Şehri çevreleyen medreseler ve tekkeler mütevazı renklerle ve şekillerle donatılmıştı.
Mezarlığa gittim. Toprakta kendimin ve eşyanın fenasını ve faniliğini aradım. Mezarlığın avlusunda neyhaneler ve meyhaneler vardı. İnsanlar mey içip, ney dinliyorlardı. Yatırlara eşyanın ruhu bir mey gibi inmiş, bir ney gibi sinmişti.
Yatırlar, insanlar, eşya ve ben; hepimiz sarhoş olmuş, çalkalanıyorduk, çalkalanıyorduk. Oysa yatırlar hayatın son durağı değil miydi?
Yatırların arasından geçerek şehrin batısına doğru yürüdüm. Yüzyıllarca yürüdüm sıtmalı sokaklarda. Subaşının yaşadığı yere doğru yolumu kırınca uzaktan bana doğru gelen sesler işittim, suretler gördüm.
Tellal hırpani elbiseler içinde hoyratça bağırıyordu: Su Oğlu Sunak! Su Oğlu Sunak! Su Oğlu Sunak! Su Oğlu Sunak’ı görenler, nerede olduğunu bilenler hemen Subaşına haber versin!
Adımın anıldığını fark edince, şehrin vadiye bakan tarafındaki kuyuları çevreleyen evlerin saçakları altından geçip, üzerime birbiri üstüne giydiğim geceleri şehrin karanlık sokaklarına bir yılan gömleği gibi birer birer çıkararak Subaşının kapısına vardım.
Kapı açılır açılmaz Subaşının elini yapıştımsa da, kendileri elini öpmeme izin vermedi. Rüzgârda sarsılan dağ ve evliyaların nefesleriyle sallanan bir ağaç gibi tiz ile davudi ses arasında “Sunak! Bu senin mi?” dedi.
“Ehlimindir Efendim” dedim.
Subaşı beni biraz süzdükten sonra konuşmaya başladı:
Bu gün öğle uykusunda ilginç bir rüya gördüm. Güya ben su ülkesinin başıydım. Denizin derinliklerinde yaşıyordum. Deniz o kadar güzeldi ki sanki beni bir kadın gibi cezp ediyordu.
Birden suyun aynasında Hızır’a benzer bir derviş belirdi. Sen de Sultan Süleyman, ben diyeyim Yahya Efendi.
Dervişin parmağında paha biçilmez bir yüzük vardı. Onunla oynuyordu. Yüzüğünü parmağından bir çıkarıyor, bir takıyordu. O an o yüzüğün benim olmasını öyle çok istedim ki. O anda derviş yüzüğünü çıkarıp denize attı.
Deniz dergâha döndü. Yüzük bana doğru geliyordu ki Şeyh Yahya Efendi’ye benzer bir balığı fark ettim. Balık yüzüğü kaptı. Suda diliyle bir güzel yıkadıktan sonra boynuna takıp, suyun yüzüne doğru yükseldi. Suyun aynasında dervişle karşılaşınca yüzüğü dervişe vermek istedi. Fakat derviş kabul etmedi. Balık da yüzüğü kumların üzerine bırakıp gitti. Geri dönerken suyun üstünde “Su Oğlu Sunak” şeklinde bir yazı yazdı.
Uyandım. Bu rüyanın ne manaya geldiğini merak ettim. Rüya yorumcularını çağırıp, rüyamı yorumlattım. Uzun uzun yorumlar yaptılar. Hepsi de birbirinden farklı anlamlar çıkardı. Ama hepsi bir konuda hemfikirdiler: Balığın suyun üstüne yazdığı isim olan “Su Oğlu Sunak” bir gün gelecek, tacımı benden alacak.
Ben de bu yoruma katıldığım için onlarla beraber denize gittim. Hiç zorlanmadan, orada “ehlimindir” dediğin yüzüğü buldum. Yüzüğü ayalarıma aldım ve suyun aynasına döndüm. Aynada kendimi seyrettim bir zaman.
Dedim ki, şu dünyaya hâkim olma hırsımı bir tarafa bırakmalıyım. İçimdeki şu çalkantıya bir son vermeliyim. Şu tacı da, tahtı da bu kadar değerli bir yüzüğü denize atabilecek birine bırakmalıyım. Ancak içi bu kadar hırstan arınmış biri bu yüzüğü hak edebilir, dedim. Ne diyorsun? Tacı ve tahtı kabul ediyor musun?
Subaşı böyle konuşurken, on sekiz yaşında suyun kıyısında oturup, sunak ile denizin suyunu kumlara taşımaya çalıştığım günleri hatırladım. Ne çok ihtiraslardı, ne çok yoksulluklardı.
Sanki dünyayı bir kaşık suda boğacaktım.
Sanki bir kaşık suda deryayı bulacaktım.
Oysa o gün sunak sanki bir elek olmuştu. Denizden bir damla su bile taşıyamamıştım kumlara. Fakat nasılsa sunağa o gün bir yüzük takılmıştı. O gün bu gündür sunağı heybemde taşıyorum. Bu güne kadar da yüzüğü parmağımda taşıdım. Fakat bu sabah onu denize attım.
Subaşı sorusunu tekrarladı: Ne dersin? Tacı, tahtı kabul ediyor musun?
Gözlerimi bir zaman kesitinde gezdirerek mırıldandım:
On sekiz yaşında sunakla denizin suyunu kuma aktarmaya çalışırken sunağın içinde gümüş bir yüzük çıkmıştı. Bu bana öyle bir hırs verdi ki artık her gün denize gidiyor, ikinci bir yüzük bulmak için sürekli suyu harmanlıyordum.
Bu hırs bir zaman sonra öyle bir hale geldi ki çıldıracak gibi oldum. Bu sabah kendi kendime düşündüm. Bir zamanlar bir yüzüğün yoktu. Bu gün bir tane var. İhtimal ki yarın da olmayacak. Zaten bir yüzükten başka bir şey bulamadın suda. O halde sonsuzlayım senin olmayacak bir şeyi bu kadar arzu etmen doğru mu?
Bunun gibi birçok hikmetli soru sordum kendime.
O zaman karar verdim. Bu yüzüğü bulduğum yere atacağım, dedim. Fırsat bu fırsat deyip biraz naz-bozdan sonra onu denize fırlattım.
Yüzük altın bir kerpiç gibi denize düştü. Sanki bütün varlık yüzükte toplandı da denizde yıkandı, arındı. Ben de denizi renklendiren, devşiren, dönüştüren yüzükle birlikte duruldum. Yüzükten durulduğumu, arındığımı sandığım bir anda yine karşıma çıktı. Tam da “yüzüğü de, denizi de unuttum”, dediğim zamanda taht ve taçla müjdeleniyorum.
Sanki ben Yahya Efendinin dergâhına diz çöken Kanunu Sultan Süleyman’ım. Demek gerçekten ulaşmak istediklerime ancak onları unutarak ulaşabilirmişim.
Sözüm bitince subaşı bana tacını sundu: Seni anlıyorum. Madem tahtı ve tacı kabul etmiyorsun; bari heybeni ve sunağını bana ver.
“Hayır” dedim, “Benim tahta da, taca da ihtiyacım yok artık. Ama heybe ve sunağa ihtiyacım var. Onları sana veremem. Mademki yüzüğümü sen buldun; eğer istersen yüzüğümü sana verebilirim.”
“Yüzük mü?” dedi, “Şu heybenin yanında yüzük ne anlam ifade eder ki...”
…
Barlacazımın talebesi Şamlı Hafız Tevfik’in “uyan” diyen merhametli sesi ile uyandım:
Uyan, derin uykularda uyuyan Mustafa.
Uyan, Barla Denizinde sabah oldu. Haşir Risalesinin telifi bitti. Hadi Medrese’ye gidelim...
“Abi, rüyalarda haşir, neşir oluyoruz. Bunu anladık. Peki‘Aşk Risalesi’ ne zaman telif edilecek? Yüzük çok sıkıyor parmağımı...” demek istedim, diyemedim…