Günümüzde aşk genelgeçer akçe de olsa aşklar günübirlik. Sabah “görmesem öleceğim” dediği birini akşam “seni göreceğime ölseydim”, dedirten cinsten. “Ne seni görseydim ne de sevseydim / Gönlümü vermezdim böyle bilseydim / Ne bir gün güldürdün, ne sevindirdin / Seni sevmektense keşke ölseydim”, dedirten cinsten. Sevilen hep suçludur. Ne de olsa “Bende hiç günah yok, kabahat sende. ”
Aşk oyunudur bunun adı. “Ayrılınca kalmaz tadı”. Başı yalanlar ve haramlar, sonu iftiralar, türlü ucuzluklar, şeytana pabucu ters giydirecek hilelerdir. Kadınlar iffetini, erkekler izzetini muhafaza edemez hale gelmiştir. Her aşk kişiye özel olabilecekken “birinci el” olma vasfını defalarca yitirmiştir.
Aşkların kirletildiği böyle bir çağda aşktan bahsetmek ne kadar doğrudur bilemiyorum. Bu günleri görmüş olmalılar ki, Kur’an’ımızda da, Peygamberimizin sözlerinde de aşktan fazla bahsedilmez. Sahabeler arasında da bu konu konuşulmaz. O günlerde hakikate dolaysız ulaşılıyordu. Ezeli ve ebedi güneş olan Peygamberimiz ile sahabeler direkt muhataptılar. O (sav) hem ısıtıyor, hem de ışıtıyordu. Isınmak ve ışınmak için karşı cinse çok fazla ihtiyaç duyulmuyordu. O’nun (sav) parmaklarının pınarından hakikat süt kıvamında katışıksız içiliyordu. Susuzluğu O’ndan (sav) başkasının gideremeyeceğini biliyorlardı.
Her Hatice (r.a.) Gün Gelir M. Mustafa’sını (sav) Bulur
Sahabelerin bütün hayatlarına hâkim olan yegâne unsur ilahi rıza idi. Her an “acaba Habib (c.c.) ve Habibullah (sav) benden razı mıdır” duygusuyla yaşıyorlardı. Bundan dolayı Rabbin rızası ve sevgisi dışında başka bir şey istemiyorlardı. Karşı cinsle olan münasebet kısmen neslin çoğalmasına ve dünya işlerinin tanzimine dönük bir davranıştı. Öte yandan öyle bir denge ve denklik vardı ki, sahabeye eş olabilecek fıtrattaki hanımlar sahabelerle, Peygamberimize eş olabilecek hanımlar da peygamberimizle evleniyorlardı. Değil mi ki her Hatice (r.a.) gün gelir M. Mustafa’sını (sav) bulurdu. Şansı zorlamaya gerek yoktu. Eş rızıktı. Tohuma suyu ve güneşi yardıma gönderip ağaç eden, karıncanın dudaklarına tohumu veren senin rızkını unutur mu hiç?
Sahabe döneminde iyi-kötü, doğru-yalan, hakikat-sanal arasında uçurum vardı. Zamanla değişen yaşam koşulları, İslam’ın yeni coğrafyalara, ırklara, kültürlere ulaşmaya başlamasıyla birlikte Güneşin (sav) önünde perdeler ve gölgeler oluştu. Manevi hava bozuldu. O’nun (sav) parmaklarının pınarlarına uzak kalınca sular bulandı. Buraların havasından mıdır, suyundan mıdır bilinmez ama o hal bu günlerde hala devam ediyor.
Sahabeler insanlık için sigorta gibiydiler. Onlar vefat ettikten sonra her an sigortalar atabilirdi. Öyle de oldu. Onlar iyi atlara binip gittiler aşkların yalanlarla, haramlarla kirletildiği bu dünyadan. Asr-ı Saadet çok gerilerde kaldı. O gün bu gündür insanlığın başı dertten kurtulmuyor. Dengeler, denklik ölçüleri değişti. Sanal, banal, bencil bir dünyada yaşıyoruz artık. Kötü iyiye, yalan doğruya, sanal hakikate üstün gelmeye başladı. Durumun vahametini gören bazı gönül ehilleri en güzide hakikat olan aşka ulaşmak için mecazlar, istiareler, teşbihler ve alegoriler ortaya koydular. Sahabeler Habib (c.c.) ve Habibullah’la (sav) “senli, benli” konuşacak kadar yakındılar. “Sen” sigası ile muhataptılar. Gözleriyle görüyor, dudaklarıyla öpüyor, kulaklarıyla işitiyor, elleriyle dokunuyorlardı. Onun için aynı zamanda o külli hakikatin bir cüzü ve parçasıydılar.
Maşuk (Sevilen) Özne, Âşık Nesne, Aşk Yüklemdir
Sahabe sonrasından gelenler için aşkı anlatmak çok uzaktaki birinden bahsetmek gibi zordu. İnsan karşısındakine “sen” diye hitap eder ama yanında olmayan birinden bahsederken “o” der. Simdi “sen” sigası yerini “o” sigasını bırakıyordu. Uzaktaki bir durumu anlatmak için binbir müşkilata, zorluğa, tekellüflü yoruma girmek zorunda kalıyorlardı. Hâlbuki Sahabe döneminde hakikate bütün azalarla ulaşabiliyor, dokunabiliyordu. “Cennetlik birini görmek isteyen Talhâ'ya baksın” denilecek kadar dünya cennete, hakikatin menziline yaklaşmıştı.
Sahabelerden sonra insanlığı “o” sigasından “sen” sigasına, Asr-ı Saadet aşklarına ulaştırmak için birçok yol, görüş, düşünüş, anlayış, meşrep, mezhep vb. ortaya çıktı. Hepsi çağlarında bir boşluğu doldurdular. Mevlana ve Yunus gibi daha evrensel olanlar etkilerini günümüzde de devam ettiriyorlar.
Mevlanaların, Yunusların içinde bulunduğu tasavvuf kültürü hakikat yolu olarak gördükleri aşkı anlatabilmek için kalbe vurgu yaparken, ruh, akıl, sır, nefis gibi kavramlar üzerinde nispi olarak durmuştur.
Tasavvuf silsilesinde aşk, âşık, maşuk kavramları çok çeşitli tanımlamalara tabi tutulmuştur. Mevlana, İmam-ı Rabbani, Yunus, Sadi-i Şirazi gibi birçok tasavvuf bilgesi aşkı ve âşıkları farklı cephelerden anlatır.
“Fıtratı aşkla yoğrulmuş gibi sermest-i câm-ı aşk olan Mevlâna Câmi” o’ndan ‘sen’e gitmek, kesretten vahdete, çokluktan Bir’e yüzleri çevirmek için der ki: Yalnız biri iste; başkaları istenmeye değmiyor. Biri çağır; başkaları imdada gelmiyor.
İbn-i Hazm Güvercin Gerdanlığı’nda aşkın 60 çeşit farklı söylenişinden bahseder.
Bediüzzaman’a göre bu zaman “aşk” zamanı değildir. İnsanda aşk gibi binden fazla duygu vardır. Zaten “aşkın birçok çeşidine tenezzül” de edilmemektedir. Hakikate götüren yol acz, fakr, şefkat ve tefekkürden geçer. Habibullah (sav) dediğimiz Zat (sav) kalplerin sevgilisi, akılların muallimi (öğretmeni), nefislerin mürebbisi (terbiyecisi), ruhların sultanıdır. Hakikat kalp, akıl, nefis ve ruha hitap eder. Biri eksik olsa külden bir cüz eksik olur.
Süleyman Çelebi’nin Mevlid’inde ism-i Vedud sahibi Rabbimiz Peygamberimize “sevgili” anlamında ‘Habib’ diye hitap eder. Birçok yerde “Habib” “Habibullah”a dönüşür.
Bediüzzaman’a göre Peygamberlik mesleğine uygun olan ‘habib’lik (aşk) değil, şefkattir. Gerçekte tasavvufi görüşteki Habib ile Üstadın şefkat teorisi arasında pratikte çok fazla farklılık yoktur. Fakat bu gün algılanan şekliyle bir farklılığın olduğu da bir vakıadır.
Aşk Başlangıç, Şefkat Sonuçtur
İmam Rabbani ve Mevlana aşkı olumlardı. Ama bu aşk, şefkatin kontrolünde bir aşktı. Onlara şefkate ulaşmışlardı. Molla Cami Mevlana’nın bu durumunu anlatırken ‘Kitabı vardır, ama peygamber değildir’, diyerek şefkat makamı olan peygamberlikten gaye olan sonuçlara nasıl yaklaşıldığını anlatır.
Bir Asr-ı Saadet insanı gibi yaşamaya gayret eden Bediüzzaman kendi ifadesiyle sahabe mesleğini takip ediyordu. Hakikate “sen” ayağından ulaşmaya çalışıyordu. Eserleri ile daima Rabbin huzurunda, yanında, yakınında, akrebiyet duygusu yaşatıyordu. Peygamberimizin sahabelerle kurduğu hakikate dolaysız olarak vasıta olmak ve hakikatin birer cüzü olmak güzelliğini Barla’da, Barla Sıddıklarıyla ihlas ve iktiran sırrı ile yaşatmaya çalışıyordu.
Barla Sıddıkları, Sahabelerin Efendimizde (sav) gördüğü güzelliklere özenerek Asr-ı Saadetin asrımızda en güzel tecelli ettiği Bediüzzaman’la uyuyor, onunla uyanıyorlardı. Âlemlerin Güneşinden (sav) çağlarına düşen Şualarla, Lem’alarla dünyalarını ısıtıyorlar, ışıtıyorlardı. Yokuşbaşı Camiin altındaki çeşmeden akan Sözler’i birinci elden Bediüzzaman’ın avucundan içiyorlardı. Aşkı Bediüzzaman’ın avucunda tadıyorlardı. Onun için her anları Üstadlarını razı etmek arzusuyla yanıp tutuşuyorlardı.
Kimimiz Aşk İçindeyiz, Kimimiz Aşkın İçinde
Barla Sıddıkları aşkın içindeydiler. İnsan kendi hallerini tasvir edemez. Onlar kendi hallerini tasvir edemediler. Hissettiler, söyleyemediler. Yaşadılar, yazamadılar. Bizler aşkın içindeyiz. Sanal bir “şey”in müptelasıyız. Barla Sıddıkları Bediüzzaman aşkından ölen insanlardı. Asım, Hafız Ali, Hasan Feyzi aşk şehitleriydiler. Aşkından ölen veya ölebilecek kaç kişi kaldı şu dünyada. Ya da aşkına ölünecek kaç kişi? Bilirim yalansın dünya. Evliyaları alansın dünya. Barla Sıddıkları göçüp gittiler bu dünyadan. Aşk gitti dünyadan âşıklar, bizler kaldık. Barla Sıddıkları çekildiler hayatımızdan, aşk çekildi hayatımızdan.