Lise yıllarımızda söylediğimiz bir marş-ilahi vardı:
İslam’ın nuru gür sesi kaldırdı zulmeti ye’si,
Âlemlerin Efendisi Peygamberin izindeyiz.
Tende kalan bir can ile aşk ile pür iman ile;
Biz Hazreti Kur’an ile Peygamberin izindeyiz.
Bunu bazen sokakta da söylerdik. Bir gün yarı akşam yarı gece bir ortamda giderken bu ilahiyi söylüyorum, biri kulağıma bir tokat akşetti, “ne oluyor ne bağırıyorsun” dedi, bir şey söylemedim geçti gitti.
Necip Fazıl, Zindandan Mehmed’e Mektuplar’da bir zindan hatırasını anlatır:
Bir idamlık Ali vardı asıldı,
Kaydını düştüler mühür basıldı,
Geçti gitti birkaç günlük fasıldı,
Ondan kalan boynu bükük ve sefil,
Bahçeye ektiği üç beş karanfil.
Ortada bir dava var, kadayıf sinisi gibi dönüp duran. Ama aşk yok heyecan yok. Barbaros’un gemileri çok zaman rüzgâr ile giderlermiş, rüzgâr gidince küreklere asılırlarmış. Ne mevsimler yaşamışız o gemilerde. O Türk gölü diye anılan Akdeniz‘de.
Yahya Kemal bir büyük kültürün kolu-kanadı, denizi, akıncısı kalmadığı, kuruduğu günlerde kaybedilen günlere ağlar.
“Akıncılar, düşman bölgelerine ganimet için akınlar düzenleyen Türk kökenli düzensiz süvari gönüllüleriydi. Akıncılar 14-16. yüzyıl boyunca Osmanlı genişlemesi için hayati öneme sahiptiler. Akıncılar, yakaladıkları esirlerden aldıkları bilgileri merkeze iletirlerdi. Akınlar, katılan akıncı sayısına göre isimler alırdı. 100 kişiden az akıncıyla yapılana çete, 100’den fazla kişiyle yapılana haramilik, akıncı beyinin kumandası altında yapılana ise, akın denirdi. Akıncılığın temelinin Osman Gazi döneminde, Köse Mihal tarafından atıldığı söylenir. Orhan Gazi zamanında daimî piyade ve süvari askerlerinin teşkiline kadar hep akıncılar kullanılmıştır. Osmanlı uç beyliği ‘nin kısa sürede devlet hâline gelmesi de, akıncılar sayesinde olmuştur. Akıncılığın bir ocak şeklinde kurulmasında Evrenos Beyin büyük emeği olmuştur.
İlk zamanlar akıncı beylerinin çoğu, Osman Gazinin yoldaşları olan kumandanların çocuklarıydı. Akıncı beylerinin yetkileri çok geniştir, onlar istediklerini ocağa alır istemediklerini de ocaktan çıkarabilirlerdi. Divan-ı Hümâyun bu işlere hiç karışmazdı. Çok güvenilen akıncı beyi büyük bir yetkiye sahipti, emirleri doğrudan doğruya padişahtan alırdı. Akıncı beylerinin rütbeleri sancak beyi seviyesindeydi. Akıncı eri, yüzlerce defa canını ortaya koyduğu için, diğer birçok ocağın subayından imtiyazlıydı. Akıncılar içerisinde fedai, dalkılıç, serdengeçti, deli, azap, gönüllü, beşli gibi şahıs ve grup isimleri vardı. 16. yüzyıl sonlarında 40 bin olan akıncı mevcudu, zaman içerisinde artma ve azalmalar göstermiştir. Silâh ve teçhizatları uygun olmadığından, akıncılar kale kuşatmasına katılmazlardı; ancak akıncı fedâilerinden serdengeçtiler, kuşatılmış kaledeki düşmanın arasına dalarlardı. Akıncılar, sürekli ordu birliklerine dahil değildir. Rumeli’de serhat boyları ‘na yakın yerlerde yaşayan akıncılar, sınır bölgelerinde pürüz çıkaran düşman memleketlerine âni baskınlar tertipleyerek onları yıpratırlardı.
Akıncılığa kabul edilmek çok zordu. Bunun için doğrudan doğruya gönül rızası gerekirdi. Zîrâ kötü bir akıncı, birliğin mahvına sebep olabilirdi. Çok süratli intikâl, seri hareket, harikulâde süvarilik, fevkalâde silâhşorluk bu işin olmazsa olmazlarındandı. Bazı istisnalar haricinde akıncılık, babadan oğul’a geçerdi. Akıncılar savaş zamanlarında ordudan önce düşman arazisine girerek, orduya yol açar ve kurulması muhtemel pusuları bozardı. Akıncılar düşman topraklarına girecekleri zaman, kademeli olarak birkaç bölüme ayrılır, ilk kuvvetin karşısına mukavemet eden bir düşman çıkarsa, arkadakiler yetişip ona yardım ederdi. Akıncıların hücumları âni ve sert olduğundan, hemen her zaman düşman kuvvetlerini sarsıp dağıtırdı. Ayrıca ordunun yolu üzerindeki hububat muhafazasını sağlamak, esirler vasıtasıyla düşmandan haber toplamak, köprü ve geçit gibi yerleri emniyet altında tutmak da akıncıların vazifeleri arasındaydı. Akıncı olabilmenin şartlarından birisi de, Türk olmaktı. Devşirmelerin devletin her kademesine, hatta sadrazamlığa kadar, yükselebilme imkânı varken, akıncı olmaları imkânsızdı. Bir akıncı adayı; imam, köy kethüda’sı veya dürüst birini kefil göstermek zorundaydı.”
Biz o gençlik yıllarımızda Akıncı gibiydik. Nurcu tipi, akıncı tipinin daha derinleşmiş bir tipi, koşan, hakkı anlatan, derdi hakkı anlatmak olan. Kırkıncı Hoca’ya bir gün “Biz istersek bu köylere hergün arabayla gider miyiz, Erzurum’un köylerine?“ “Evet, Himmet Efendi, ben o köylere hep yaya gidip dolaşmışım” dedi. Gördün mü aşkı. Şimdi topluma bakıyorum. Zahiren dindar ama yürüyerek kitap okuyorum -bu benim iptilam- insanlar hayret ediyor. Dün bir teyze bana “Maşallah oğul kitap okirsen” dedi, hoşuma gitti.
Mukaddes kitabı oku diye emir vermiş, okuyan yok. Utanmasam sokaklarda kitap satacağım, evlerin kapısını dövüp kitap satacağım.
Barış Manço, “domates, biber, patlıcan“ diye bağırırdı, ben de kitapların adını bağırmam geliyor.
Haykırsam kollarımı makas gibi açarak
Durun kalabalıklar bu sokak çıkmaz sokak.
Kimse okumuyor. Ne hocalar, ne Âlimler, ne talebeler. Devletin de kültür programı yok, mesire yerleri, parklar.
İstanbul hava limanında bekledim. Allah’ım o ne çıplaklık. Sarıyer’de iki gencin birbirine sarılıp yürüdüğünü gören Bediüzzaman ağlamış. Şimdiyi görseydi, ne olurdu acaba? Antalya’da yine inanılmaz çıplaklık, anasından doğduğu gün gibi yürüyor.
Ne edep ne hayâ.
İkisini doğramış bir bardak çaya.
Sonra Isparta’ya geldim, aynı terane. Korona bitmez beyler nasıl bitsin ki. Allah birçok kimsenin hesabında yok, onu hesaba katıp yaşamıyor. Her gün zelzele korkusu, korona korkusu. Diyanet bu millete korku nedir anlatmalı, başımıza gelenlerin nedeninin günahlar olduğunu anlatmaz mı?
Papa, Roma’nın sokaklarında dua ederek, cübbesiyle yürüyor.
Haydi hocalar sokaklarda tövbe edelim, nerde?
Yavuz’un ordusu meyvelerin dallarda asılı olduğu Gebze’den geçerken, yol bitmiş. Yavuz heybelerine bakın demiş kimsenin heybesinde meyve yok, rahatlamış “Haram yiyen askerle savaşılmaz“ demiş.
Yahya Kemal o tarihi heyecanı anlatmak için şiir yazmış. Naif bir şiir ama şairin ne kadar derin hisleri var, mesele vatan, millet, Sakarya değil ruh.
Akıncılar
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik
Haykırdı, ak tolgalı beylerbeyi "İlerle!"
Bir yaz günü geçtik Tuna'dan kafilelerle
Şimşek gibi atıldık bir semte yedi koldan
Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan
Bir gün yine doludizgin atlarımızla
Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla
Cennette bu gün gülleri açmış görürüz de
Hâlâ o kızıl hâtıra gitmez gözümüzde
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik.
Osmanlı bitmiş, yeni neslin kalan bir şeyi yok, Yahya Kemal o yok toplumda maziye gider, heyecan taşır.
MOHAÇ TÜRKÜSÜ
Bizdik o hücûmun bütün aşkıyla kanatlı;
Bizdik o sabah ilk atılan safta yüz atlı.
Uçtuk Mohaç ufkunda görünmek hevesiyle,
Canlandı o meşhûr ova at kişnemesiyle!
Fethin daha bir ülkeyi parlattığı gündü;
Biz uğruna can verdiğimiz yerde göründü.
Gül yüzlü bir âfetti ki her bûsesi lâle;
Girdik zaferin koynuna, kandık o visâle
Dünyâya vedâ ettik, atıldık doludizgin;
En son koşumuzdur bu! Asırlarca bilinsin!
Bir bir açılırken göğe, son def'a yarıştık;
Allâh'a giden yolda meleklerle karıştık.
Geçtik hepimiz dörtnala, cennet kapısından;
Gördük ebedî Cedleri, bir anda yakından!
Bir bahçedeyiz şimdi şehidlerle berâber;
Bizler gibi olmuş o yiğitlerle berâber.
Lâkin kalacak doğduğumuz toprağa bizden;
Şimşek gibi bir hâtıra nal seslerimizden.
Şimdi biz koşuyor muyuz? Yahya Kemal ne kadar canlı bir şekilde savaşı, Muhammedin ordusunun savaşını ve ölümlerini göğe kanatlanmalarını anlatıyor.
Dün yürüyerek Pencereleri okudum elli sahife. İnad ettim bitireceğim diye. Gece sabah sanki o elli sahife bana gençliğimi, heyecanımı iade etti. Bediüzzaman’ın, tencereleri unutun, pencereleri okuyun pencereleri sesini işittim sanki.
Aşk imiş âlemde her ne var,
İlim bir kılyl u kâl imiş ancak. Fuzûlî
Mevlana bakmış gitmiş mürid olmuş. Kitabı, defteri kapatmış ilmin yanına aşkı, semaı koymuş, ne akıllı adam. Her yanımız hazine ama tam takır, kültür adamı yok politikası yok.
Köprüler yaptırdım gelip geçmeye
Çeşmeler yaptırdım suyun içmeye.
Eczanelerde aşkı artıran ilaç satılıyormuş, o ilaç okumak.
Bir gün Kırkıncı Hoca ve Demirci Hoca bir kebapçıdayız. Ben de hem konuşup hem de kitap okuyorum. Hocam sordu ne okuduğumu öğrendi. Dedim “kitaplar yemekler gibidir, okumaya başladın mı bitireceksin.” Dedi ki “falan efendi de öyle derdi Himmet Efendi.”
Geçti gitti birkaç günlük fasıldı
Kaydını düştüler mühür basıldı.
Elimden çıktı kalem, ortaya çıktı bir alem.