Serdar’ı, arkadaşım Enes vasıtası ile tanımıştım. Ortağı olduğu kafeye reklam çalışmaları düşünüyormuş. Enes’in kafeye uğradığı bir gün, bu düşüncesinden haberi olunca benden ve tasarımcı olduğumdan bahsetmiş. Hatta onunla konuşurken, beni kendi telefonuyla arayıp, ertesi gün için, oraya gitmemi onunla tanışıp yardımcı olmamı istemişti.
Bende çantama, çalıştığım tasarım örneklerinden alıp, gittim. Uzun boylu, saçları gür, 45 – 46 yaşlarında temiz yüzlü biriydi.
Onu ilk gördüğümde, iç âlemindeki fırtınalarını hissetmiştim. Sanki yüzüne normal, bir ifade vermeye kendini zorluyor, ama içindeki baskın olan fırtınalar, fırsat vermiyordu. Kısa tanışmanın, sohbetin ardından işle ilgili konuşmaya başlamıştık. Konuşuyorduk ama karşımda sanki iki kişi vardı, biri benimle konuşan; bir diğeri onun içinde çoktan hayata küsmüş, kendi iç fırtınalarında boğuşan ve iç ayazında donma durumunda olandı. Bazen gözlerini, duygularını görürüm endişesi ile kaçırıyor, başını öne eğiyordu. Masaya koyduğum tasarım örnekleriyle ilgilenir gibi yapmış, pek de ilgilenmemişti. Onları toparlamaya başlarken:
“Ben gideyim. Broşürü, kartviziti tasarlayıp, getirdikten sonra üzerinde konuşuruz, hem bu vesile ile ne yaptığımı da görmüş olursunuz” dedim.
Kendimi bildim bileli, içimi tırmalar birilerinin hüznü. Tahmin edebiliyordum, bu yeni tanıştığım insanın içine düştüğü, çıkamadığı durumun ne olduğunu. Ne parasızlık, ne de hastalık insanı böyle yerden yere vururdu. Ancak tarifsiz ve iflah olmaz aşk, insanı bu hallere düşürürdü.
Aşk, gönüllü cefa çekmektir.
Bu düşüncemde yanılabilirim endişesi, aslını merak etmemi de körüklüyordu.
Gülümsemeye çalışıyor, ama içerden bir el yüzünü, göz kenarlarını kırıştırıyor, acıyı hükümran kılıyordu:
“Tamam, öyle yapalım, siz tasarımı yapın getirin. Kusura bakmayın belki de fark etmişsinizdir, bugün biraz keyifsizim. Birer çay daha içelim mi?”
Dediğinin doğru olmadığını hissedebiliyordum. Belki konuşma fırsatı bulurum diye ikinci çaya olur demiştim. Ama ilk çay ne zaman geldi nasıl içtim, anlamamıştım. Kafam adama öyle takılmıştı ki. Zoraki konuşan, zoraki işle ilgilenen bir tipti. “Yoksa yanlış bir zamanda mı gelmiştim.” diye düşündüm. Bazen, karşınızda ki sizin iç enerjinizi bir anda yok eder. Konudan konuya atlıyor, sabit durmuyordu. Her şeye küs ve suçlar ahvaldeydi. İkinci çayı içtikten sonra kalktım. Elimi uzatıp, tokalaştıktan sonra çıktım.
Tasarım bitmişti. Renkli çıktısını alıp, kafeye gittim. Hararetle elimi sıktı, şaşırmıştım:
“Hoş geldiniz” deyip, çay getirmeleri için garsona işaret yaptı. Dikkatle yüzüne baktım. O günden daha karmaşık bir ruh hali vardı. Çantamdan broşürün ve kartvizitin çalışmasını çıkardım, bir süre inceledi:
“Tamam, gerçekten güzel tasarım olmuş. Biner adet bastırabilirsiniz” dedi. Ben oturduğum koltukta geri yaslanırken, gelen çaydan yudumlar almaya başladım. Gözlerim onun üzerinde idi. Boş bardakları almaya gelen garsona, bana hiç sormadan birer tatlı getirmesini ve çayları tazelemesini söyledi. Hemen kalkıp gitmemi istemez bir hali vardı. Ellerini masanın üzerine koydu, bir iki öne arkaya sallandı, konuşup konuşmama tereddüdü geçirdikten sonra:
“Hocam, sizinle bir mevzu konuşmaya karar verdim. Sanırım siz halden anlayan birisiniz.” Merakla:
“Hayırdır? Lütfen buyurun.” dedim. Anlatmaya başladı…
Uzun süredir bir dostluğumuz varmışçasına, içtenlikle konuşuyordu:
“Yaşça benden küçük, genç bir bayana kendimi amansız kaptırdım.” dedi. Daha önceden suçlanmış gibi, yüzü kızardı. Birazda onun rahatlaması için tebessüm ederek:
“Eee! Bu kalp, sevmeyip ne yapacak. Fakat sizin evli olduğunuzu sanıyordum”
“Evli idim. İki yıl öncesine kadar.”
“Yazık olmuş, bir yuva kolay kurulmuyor. Düşünüyorum da baştan iyi günde kötü günde diye neden söz veriliyor ki. Aslında doğru olan, en ufak sıkıntıda bırakıp gideceğime diye söz vermek, öyle imza atmak. Hiç değilse dürüst olunur. İddialı konuş ve bitir. Evet, çok yazık gerçekten ”
“Ne yazığı hocam, Ne hikmetse herkes bunu söylüyor. Benim ki sevgisizlik, çaresizlik.” dedi.
“Yanlış anlama senin için demedim genel böyle. İyi günde kötü günde diyip, en küçük fırtınayla yıkılmak, hiç dürüstçe değil.” dedim, çayımdan bir yudum aldıktan sonra:
“Her evlilik, sevgiyle, gayretle ayakta tutulması gereken önemdedir. Sevginin kazaya uğramaması için çok büyük emek gerekir. Ama sevgi tükenince, hâkim olan duygu nefrettir. Nefretin olduğu yerde tüm güzellikler görünmez olur. İşte o zaman Yüreğinde sevgi olmayanın, damarlarında nefret dolaşır. O nefrette asla bir arada tutmaz.” dedim. Serdar biraz duraksadı:
“Yani.” dedi ve devam etti:
“Önceki çalıştığım ve yöneticisi olduğum işyerinde, Hülya da çalışıyordu. Onu her görüşümde, kalbimin daha önce hiç yaşamadığım delice çarpmasına engel olamıyordum. Belki de zor zamanlarımda, onun sevgisi bana güç verdi. Evde bulamadığım sıcaklığı, ilgiyi onda buldum. Yanlış anlama, aramızda hiçbir şey olmadı. Ben sadece onun beni saran bakışlarına, ısıtan sohbetine vuruldum. Çok güzel şeyler paylaştık hocam. Onunla konuşmak, aynı havayı soluyabilmek için, işe canla başla koştum. Buna evdeki buz yürekliden, soğuktan kaçtın de, ne dersen de.”
Anlatırken sanki yükünün hafiflediği yüzünden heyecanından belliydi. Çayımdan bir yudum, tatlıdan bir parça alırken:
“Peki, bunu bana neden anlatıyorsun?” dedim.
“Ya kusura bakma hocam. O gün sen gittikten sonra, içimden bir ses, sanki seninle konuşmamın faydalı olacağını söyledi. Enes ağabey de bahsetmişti senden. Belki bu broşür bahane olacak.”
“İnşallah. Faydam olursa sevinirim. Peki, sevdiğiniz bu hanım, önceden evlilik yapmış mı? “
“Evet, benim gibi mutsuz bir evliliği bitirmek zorunda kalmış. Bu evlilikten birde küçük bir oğlu var.”
“Öyle ise bu sıkıntınız neden? İkiniz de evli değilsiniz. Sanırım bir engel yok”
“Hocam, kız benim idaremde çalıştığı için, ailesi, özellikle abisi birbirimize olan sevgiyi öğrendiklerinde ihanet gibi gördüler. ‘Biz sana güvendik, böyle olmaz ki. İnsan yanında çalışana yan gözle bakar mı?’ diye karşı geldiler. Aslında aramızdaki 17 yaş farkı da olumsuz bakmalarına sebep oldu. Hülya da ailesinin dediğinden çıkamadığı için, bana ‘Artık görüşmeyelim’ dedi. Bir anda, tüm yaşanmışları kaldırıp attı. Benle ilgili her şeyi bilerek, sevgime karşılık vermişti. Benimle bir annenin çocuğuyla ilgilenişi gibi, zamanında yiyip içmeme, kıyafetime varana kadar şımartırcasına öyle ilgileniyordu ki. Nasıl biter bir anda. Daha sonra çalıştığımız yerde çıkan dedikodu yüzünden ikimizde işimizi bırakmak zorunda kaldık. Ben geldim buraya ortak oldum. Hülya da özel bir hastaneye girdi. Önceleri devamlı görüşürdük. Aramadığım zaman mutsuz olurdu. Şimdi aramalarıma cevap vermiyor. Buda beni deli ediyor.”
Onun bu feveranlı, sitemkâr anlatımına hüzünlenmiştim. Dışarıdan görünümler ne kadar aldatıcı. Etrafımızda ne çok, iç çığlıkları ve onların ıstırabını yaşayan insanlar var. İnsanların iç hallerini görmeye çalışsak, belki de tahammüllerimiz artacak. İnsanın doğru kimliği iç halidir; gerçek kişiliğini içinde taşır. Dış görünüme aldanıp, âşık olunuyor. Dış görünüme aldanıp, düşman olunuyordu. Uzaklaşılan değerlere, birde vicdanın kepenkleri kapatıldı mı, ilk etkilenen ilişkiler oluyor. Zor zamanlarda takınılan tavır kişiliği belirler. Önümdeki tabağı ileri iterek:
“Demek aramalarına cevap vermiyor. Sen de arama kardeşim. Ne diye sıkboğaz ediyorsun ki? Bazen sessiz durmak, beklemek karşıdakini iyileştirir “
“Nasıl aramayayım. Onun elimden tutuşunu özledim.”
“Acaba yaşadıkların, bir ele ihtiyacının oluşu ve ilk gördüğün el Hülya’nın eli olması mı, seni ona bağladı?”
“Yok hocam ben de aynı şeyi düşündüm. Defalarca kendimi sorguladım. Hatta inanın, boşanmadan önce bana iyice düşünmemi, belki düzelir diye kaç kez telkinde bulundu. Boşandıktan sonra da, inşallah sebep olmamışımdır, diye kaç kez söylendi. Ben yıllarca evliliğimi kurtarmak için öyle bir mücadele verdim ki. Sırf karım, sevmediği için, anama, babama da sahip çıkamadım, onlarla ilgilenemedim. Merhametimi hep istismar etti. Her seferinde, anasıyla bir olup kişiliğimi, onurumu ezdi. İçime kor gibi oturmuştur. Hiç unutmadığım bir şey var ki, oğlumun eline sopa verip, üstüme yürüttüler. Kadınlar, mazlum davranan erkeği eziyor be hocam.”
“Öyle düşünmeyin. Çok İslam ahlakıyla donanmış, eli öpülesi kadınlar var.”
“Ben göremedim. Onu mutlu etmek için, elimden geleni yaptım. Tek hatırladığım mutluluk tablosu, kirada oturduğumuz evin balkonunda birlikte zevk alarak, çekirdek çitlemekti. Ekonomik sıkıntılarımız vardı ama huzurluyduk. Sıkıntılı günlerin ardından, rahata ermiş, araba ve iki katlı ev sahibi olmuştuk. Sonra her şey değişmeye başlamış. Kıskançlık, dedikodu her geçen gün artmaya başlamış. Sanki huzursuzluk eline sopa almış, kusur arama peşine düşmüştü. Kayınvalidem, hanımın kafasını karıştıran söylemleri ile haksız ve lüzumsuz yere münakaşalara sebep olmuştu. Arada evimize kalmak için gelen annem, babam için, yapmış olduğu çirkin konuşmalar, dünyamı iyice allak bullak etmişti. Onu tanıyamaz olmuştum. Bir seferinde sarf ettiği bir cümle, özellikle içimde barındırmaya, küçücük bahaneler ile yaşatmaya çalıştığım sevgimi bitirmişti. Bana bak! Demişti, sakın bunlar yaşlandıklarında, benden onlara bakmamı isteme, asla bakmam demişti. Ne yapalım yazı, sonunda boşandık. Ama bak şimdi duyuyorum, başını taşlara vuruyormuş.”
Anlattı uzun, uzun. Onu anlamam ve yükünü hafifletmem için sabırla dinliyordum. Serdar, anlatırken gözleri doluyor, benden özür üstüne özür diliyordu. Arada bir durup, başını hafifçe çeviriyor;
“Ne bileyim işte” diyordu. Hem yenilgiyi kabul ediyor, hem ümidini kuvvetli tutmaya çalışıyor. Onu uzun süre, kendisi susana kadar dinledim. Bir ara, garsonlardan biri onu çağırdı, kısa süreliğine izin isteyip kalktı. Ben de yakındaki camide, okunan ezanı duyunca kalktım. Beni görünce, hızlı adımlarla yaklaştı:
“Sizi sıktım galiba” dedi. Bende camii işaret ederek:
“Hemen geleceğim” dedim. Anlamıştı.
“Ben de kılıyorum, beraber gidelim.” dedi.
O gün ve sonraki gelişlerimde, hatta bazen telefonlarda hep dertleşti. Ona bolca dua etmesini, yaşadıklarının imtihan olduğunu, nasipse bu evliliğin olacağını her seferinde anlattım. Ama kendisinin de dediği gibi, her şey onun için Hülya olmuştu. Namaz vakitlerinin dışında onun düşüncesine teslim oluyordu. Bezen de gördüğü rüyaların hikmetini sorardı.
Geçmişte yaşadıkları, sonrasında aşkı ve olumlu netice bulmaması Serdar’ı hüzünlerine teslim etmişti. Onun için öldürücü darbede Hülya’nın, “bitti, artık görüşmeyelim” demesi olmuş. Artık beyninin kıvrımlarında, o kıvrılan sokaklarda nedenler, niçinler cirit atıyor, olanları kabullenemiyordu. Farkında olmadan, sevgisi saplantıya dönüşmüş, onunla geçen har güzel anı, düşünceleri döviz olarak eline almış, unutmasına engel olurcasına beyninin sokaklarında protest çığlıkları atar hale gelmişti. Onun aşkı, hırsından, zaaflarından zehirlenmişti. Ruh hali sağlıklı düşünmesine engel oluyordu. Onun tek sağlıklı hali, kaçırmadığı namazı ve kimseye zarar vermemesiydi. Savaşı kendisiyle, öfkesi aşkına idi. Onun arabasına benzettiği bir araba, ya da uzaktan ona benzer birini gördüğünde, hemen yüreği havalanıyor, ümitlenerek yerinden doğruluyordu. Hatta bana “Her nere baksam onu görüyorum” demişti.
Yine bir gün beni kahve içmeğe çağırmıştı. Ümidini hırsını yitirmemişti. Ailesinden bazı kişilerin ve rüyalarının etkisiyle, kavuşacağına ümidini diri tutuyordu. Öyle bir ruh haline girmişti ki, konuştuğu kimselerin olumlu bir yorumu, onun sıkıca aşkına sarılmasına sebep oluyordu. Yine uzunca anlattı. Bitirmesini bekledim, kafamda kurduklarımı anlatmaya başladım:
“Önce sana şunu söyleyeyim, izin verirsen.”
“Lütfen buyurun” dedi.
“Aşka zehir bulaştı mı, hasta eder. Kurtuluşu, kadere rıza göstermektir. Şunu bil ki ailesinin karşı çıkması ile ilişkiniz bitmez. Ancak kaderin karşı çıkması bitirir. Aynı yastığa baş koymanız yazılmış ise, onun ailesi değil, tüm insanlık karşı dursa, imkânı yok önüne geçemezler. Ama yazılı değilse, kader dilememişse, yeriyle altın olsan fayda etmez. Asla onların kalbini yumuşatamasın. Bir de eğer seni Hülya gerçekten sevmiş olsaydı, ailesini razı etmek için çabalar, peşini bırakmazdı. Onunda zaafları olduğunu hissediyorum. Sanırım kafası net değil. Senin rahatsız eden ısrarcı yapında sıkmış olabilir.”
“Hocam insanın sevgisinde ısrarcı olması daha iyi değimli, onun bundan mutlu olması lazım gelmez mi?”
“Aşkta sebat iyidir, gayret iyidir, ama saplantıya dönüşen aşk, zehirler hasta eder. Ayarında sevmeli, güven vermeli. Varlığıyla sadece hoşnut etmelidir. Kalbin iki kanadından biri sevgi bir diğeri şuur olmalı. Elbette aşk muhteşemdir. Sevgisiz yürek, kalemsiz kâğıda benzer. Kâğıdı güzelleştiren yazıdır. Sevmekten korkmamalı, sevmek var olmaktır, hissetmektir.”
“Ya! Hocam, sevgiye nasıl ayar yapılır ki?“
“En ayar gerektiren şey aşktır. Kömürden, elmasa geçecek özellik vardır, az bir gayretle.”
“Nasıl yani? “
“İnsan karşılığını sevdiğinden bekleyerek sever. Ondan ister, ona etken olacak çevresindekilerden medet bekler. Oysa sevgiliyi yaratan Allah, yüreğe sevme yeteneği veren Allah. O yetenek verilmese idi nasıl sevecektik ki. Bütün malzeme Allaha ait, sevme, sevilme, sevgili. Ama biz O’nu aradan çıkararak, âşık oluyoruz. Gönlümüzde sevgiliyi ilahlaştırıp, mutlaka karşılığı, ilgiyi bekliyoruz, görmeyince hissettiğimiz, aşk olmaktan çıkıp, zehir oluyor, aynen sizde olduğu gibi.”
“Öyle mi görünüyorum?”
“İnanın öylesiniz.”
“Yapmayın.”
“Evet. Şimdi size tavsiyem, kalbin ve güzelliklerin sahibine el açın, hatta gece namazına kalkın. Allah’ım, bu kalbin sahibi sensin. Neyin hayırlı olacağını sen daha iyi bilirsin diyin. Yüreğimi sana teslim ettim, gerçek mutlu edeni sen bilirsin diyin. Hayırlıyı sevmemi, hayırlıya kalbimin çağlayan gibi coşmasını nasip et diye yalvarın. Dua ile Allaha teslim olundu mu, ölçüyü ayarlayanda O olur. Kim nasıl sevilir, ilhamını kalbe gönderir. Ona teslim olmak tüm sıkıntılardan kurtulmaktır. Asıl meseleyi de unutmayın.” Merakla sordu:
“O nedir?”
“Gerçek sevgiliye, yürekte en geniş yeri ayırmak. Onun sevgisiyle diğerlerini sevmek. Onun olduğu sevgi incitmez, karşılıkta bekletmez.”
Onunla bu tür konuşmalarımdan sonra bir gün beni aradı. Yalnız kaldığı eve annesini, babasını getirdiğini, onlarla hayatlarında eksik kalanları yaşadıklarını anlattı. Sesi gayet iyi ve huzur dolu idi. Gece namazlarına, duaya devam ediyormuş. Sadece Allahtan istiyormuş. Kendisini işe verdiğini Hülya için Allah’a teslim olduğunu ve onu sık, sık aramadığını da anlattı. Konuşmasının normalleşmesine, hatta ondaki bu değişikliğe Hülya’nın şaşırdığını anlattı.
Zaten Babası da aramıştı. Numaramı Serdar’dan almış, oğullarına yardımcı olduğum için, kendisinin de annesinin de çok dua ettiklerini söylemişti. Serdar’ın konuşması bitince cevap verdim:
“Şuurlu aşk, Allah’a âşık olmanın alıştırması, antrenmanıdır. Gördün mü bak bu aşk, sana gece namazlarını kıldırdı. Ailenle beraber olmayı sağladı. Belki de Ömründe hiç yapmadığın duayı yaptın. Allah, ona bırakılan kalbi ezdirmez, sahipsiz bırakmaz. Belki de sen, bu duayı gayreti evliliğinde yapmış olsaydın kim bilir, her şey düzelebilirdi.” dedim telefonu kapattım. Huzurla bir bardak çayı alıp balkona çıktım. Yıldızlar karanlığa inat parıldıyordu…