Askerliğimizi seksenli yılların başında Antalya Topçular mevkiinde yapmıştık. Çok güzel dostlar kazandık, hatıralar biriktirdik, tecrübeler yaşadık. Askerlik hatıraları ve arkadaşları unutulmaz derler. Yaşayarak gördük. Orada yaşadıklarımı, şahit olduklarımı unutamıyorum bir türlü.
Dördüncü bölüğün birinci takımının on altıncı eri olduğumu unutamam mesela. Boy sıralaması yapan komutanın tâ dördüncü takımdaki köylüm Aytekin'i alıp yanıma kaydırması, tamamen namazın kerameti. Çünkü özellikle cumalarda köylüm tüfeğime sahip çıkar ve bizim namaza gitmemizi sağlardı. İlk günlerdeki bu garip tevafukun pek çok faydalarını da görmüştüm. Gece nöbetinin birinde ateist bir öğretmen ile üç saat süren konuşmadan sonra inanca dönmesi, ayrı bir güzellikti. Hatta bunun için, diğer bir inançsız arkadaşla aramız bile açılmıştı.
Mübarek gecelerdeki hatıralarımız, hafızalardan silinecek gibi değil. Üç buçuk ay gibi kısa bir dönemdi ama her günü benim için değerliydi. Naylon seccademi yanımdan ayıramayışım, gece nöbetlerinin verdiği fırsatlar, günahlara karşı mecburî siperimiz, hafta sonu dersane ziyaretlerimiz, hepsinden önemlisi değişik cilt kapaklarıyla içeriye aldığımız risaleleri büyük bir iştiyakla okumalarımız, tatlı bir hatıra olarak arkada kaldı.
O zaman Antalya'da fırıncılık yapan Nazım abiyi ziyaretimizi de unutamam. Cemaatin sıkıntılı dönemine denk gelen o dönemde, dershanede bazı arkadaşlarla çekişmeli tartışmalarımız, artık mânasız bir keyfiyet olarak hafızalarımızın tozlu sayfalarına gömüldü. Maalesef geçici bazı durumlar, o zaman pek farkında olmadığımız siyasî yönelimler, çoğumuzu etkilemiş, bazı hır gürler içinde kalmıştık.
Onlar artık geçti. Her şey tebeyyün etti. Artık eski hâl muhal oldu. Yeni hâller, daha parlak bir geleceğe bakmaya bizi ihtar ediyor.
Bir hatırayı anlatıp başlığa geçmek istiyorum. Bir cuma günü, bizim bölükten, hep başıbozukluğu ve facirliği ile tanıdığımız bir arkadaş, bize cumayı kıldırmıştı. Yanımda çok düzgün ve samimî olduğum arkadaşa "Bu nasıl oluyor?" diye sordum. O da "Bu cumayı kıldıranın müftü olduğunu bilmiyor musun?" diye söylemesin mi? Hem şaşırmış hem de epeyce üzülmüştüm. Askerlik elbisesi, müftüden tut imama, hâkimden tut kaymakama, öğretmenden tut mühendise herkesi eşitlemişti. Ama nerede eşitlemişti? Maalesef insanlıktan çıkmakta. Mesleklerini öğrendikçe, hayretler içinde kalıyorduk. Bir tek cemaat ve tarikat ehli arkadaşlar, kendilerini muhafaza edebiliyor ve azamî dikkat ediyordu. O zaman istikamette, cemaat ve tarikatta bulunmanın ne kadar müessir ve isabetli olduğunu daha iyi anlamıştım. Hatta bizim bölükte bulunan bunlardan bir kardeş, öyle örnek tavırlar ve metanet geliştirmişti ki bizi de etkiliyor ve bize de şevk ve gayret veriyordu.
Bu kısa askerlikte en büyük kârlarından biri de Beşinci Söz'deki bir cümleyi çözmem oldu. Eğer öyle bir zeminde bulunmasaydım, o cümleyi çözmem de mümkün olamayacaktı belki. Askere kadar yüzlerce defa okuyup hatta bir o kadar da ders yaptığımız Beşinci Söz'de geçen: "Fakat bazı erzak ve cihazat işlerinde işler. Kazan kaynatır, karavana yıkar, getirir.
Ona sorulsa:
- Ne yapıyorsun?
- Devletin angaryasını çekiyorum, der.
- Demiyor nafakam için çalışıyorum."
Bu diyalog cümlelerinin mânasını, anlatmak istediklerini kabaca geçiyordum. Çünkü karavanın ne olduğunu bilmiyor, hatta karavana yıkamakla, erzak işlerinde çalışma yapmış olamayacağımızın irtibatını kuramıyordum.
İlk takımın ilk mangası olduğumuz için, ilk mutfak nöbeti de bize denk gelmişti. Mutfağa gidip aşçıları yardım ediyoruz; soğan, patates soymanın dışında, et doğrama hizmetlerinden sonra da sıra yemekleri karavanaya doldurmaya ve yemeklerden askere dağıtmaya geliyordu. Yemek bitince de karavanayı alıp doğru çeşme başına gidiyor, onu yıkayıp temizleyip yerine teslim ediyorduk. Sonra yine bölüğe katılıp askerlik derslerine, asıl işimiz olan harp tâlim dersleri almaya devam ediyorduk. Yani erzak ve karavana işi, dâimî işimiz değil. O iş, asıl devlete aitti. Fakat yeterli personel olmayınca, devlet bu angarya işlerini, askerine yaptırıyordu. Ama asker de bunu asıl görevi olarak görmüyor, nöbeti bitince de asıl işi olan tâlim, cihat gibi hizmetlere dönüyordu. Üstad, bundan hareketle, insanın dünyadaki asıl işinin erzak işlerinde çalışma olmadığını anlatmak için, bu askerlik paradigmasını (modelini) kullanıyordu. Bir nevi herkesin yaşayabileceği askerlik durumunu bir ders aracı yapıyor ve zihinleri bu ehemmiyetli meseleyi anlamaya hazır hale getiriyordu.
Evet gerçek de öyle değil mi? Şu dünya, askerî bir misafirhane. Bu askerî misafirhaneye giriş ve çıkış saatlerimiz, askerlikte olduğu gibi baştan belli. Nasıl askerlikte elbiseden, ayakkabıya; yataktan yemeye; sağlık hizmetlerinden temizliğe kadar her hizmet ayağının dibinde. Asıl görevi ise, tâlim görmek, askerlik dersleri almak, düşmanla cihat halinde olmak.
Bunun gibi bize de gözden kulağa, akıldan dimağa, elden ayağa her türlü cihaz verilmiş. Işıktan ısıya, etten süte, meyveden sebzeye her türlü ihtiyacımız vakti gelince, vagon vagon gönderiliyor. Bunun için, dert ve tasaya gerek yok. Bize düşen bedava aldığımız bu ihtiyaçlarımızı tanzim etmek, bir yerden bir yere taşımak, tam pişmemişleri hazma hazır hale getirmek. Fakat bu tanzim işleri, askerlikteki karavana yıkamak gibi. Bu hizmet, asıl işimiz değil. Asıl işimiz tâlim yani ibadet, cihat. Yani başta nefsimiz, şeytan ile mübareze ile kalp ve ruhunu günahtan ahlak-ı rezile ve ebedî helâketten kurtarmak.
Şimdi bir insan, yani mü'min bu asıl işini, dünya misafirine geliş gayesini unutsa ve ihmal etse; karavana yıkamayı asıl işi görüp tâlimi ve cihadı bırakan askerin durumlara düşmez mi? Demek bir karavana yıkamak derecesinde olan maişet derdi, bizim asıl işimiz olan şu dünyaya geliş maksadımızı ifâdan geri bırakmamalı. Bırakırsa ne olur? İşte askerlik görevini bırakıp aç ve susuz kalacağım diye yollara, çarşı pazara düşen askerin düştüğü gülünç ve abes duruma düşmüş olur. Askerin karavana yıkamaktaki nispet ve kısmeti ne kadarsa; bizim de dünyada geçim derdindeki nispetimiz o kadardır. Beşinci Sözü, askerden sonra, bir başka okuyup bir başka anlıyorum.
Evet dostlar, sadece dünyayı asıl gaye yapsan, askerî gazinoyu asıl vatan zanneden şaşkın durumuna düşersin. Fakat bu dünya hayatını ahirete vesile bilip tarlaya çevirirsen, eker biçer ötede mahsulün alırsın. Tercih sana ait.
Selam ve dua ile.