6 Mayıs 1965 tarihinde vefat eden Üstadın sırdaşı Sıddık Süleyman’ın ruhuna binlerce Fatiha…
En güçlü olduğumu hissettiğim zamanlarda yeniliyorum kendime. Bu güçlü zamanların çoğu sayfalarca okuduktan, saatlerce dinledikten, karelerce (kerelerce demeliydim) eşya sinemasını seyrettikten sonra gerçekleşiyor. O saatlerde karşıma bir olay, olgu veya nesne çıkıyor; birden afallıyorum. Sanki hiç okumamış, sanki hiç dinlememiş, sanki hiç görmemiş, sanki hiçbir şey bilmiyor gibi tutulup kalıyorum. Bin bir çeşit manevra yapsam da o kaosun içinden bir türlü çıkamıyorum.
Kaos da kaos olsa hani… Alt tarafı bir soru; bilemedin bir sebep-sonuç ilişkisi işte… Bundan mıdır, ne kadar çok bilgilensem o kadar çok cahilleştiğimi hissediyorum. Ne kadar çok güçlensem, o kadar kolay kendime yenildiğimi fark ediyorum.
Şu sıralar, içime sızdıkça beni kâinattan ayrı kılan varlıklarımın ayrımına varmaya başladım. İçime doğru attığım her adımdan sonra ardımda küçük bir iz, önümde büyük bir vadi açılıyor. İeonesco’nun sanatın konumuyla ilgili söylediklerini aklımın rahlesinden geçiriyorum. O sözlerdeki gerçeğin yüreğinde olduğumu seziyorum: Ben sinema, tiyatro vb. sanatsal faaliyetlerle içimdeki soruların karşılığını bulmak için ilgilenmiyorum. Tersine içimdeki soruların sayısını artırmak için ilgileniyorum.
İeonesco gibi ben de soruların iskeleti üzerine hayatımı kurmaya çalışırken iskelete konulan her bilgi, düşünce ve hissin direncimi artırmak yerine azalttığını fark ediyorum. Bu ağırlığın altında eziliyor, yok oluyorum. Dış dünyaya karşı kendimi ne kadar güçlü hissetsem de, giderek çoğalan bir hızla kendime karşı zayıflıyorum.
O zamanlar etrafımı dört taşla çevirip, eksenimin etrafında dönüp duruyorum. Sanki suya fırlatılmış bir taşım da, düştüğüm yerde halkalar oluşuyor. Ben de o halka içinde kaybolup gidiyorum. Bazen “bu kâinatın deveranı içinde en zayıf halka ben miyim acaba?” diye kendi kendime soruyorum.
Bir Mevlevi gibi eksenimin etrafında dönerken Muhyiddin-i Arabi ve Mevlana düşüyor aklıma. Arabi sokakta dolaşan Küçük Mevlana’ya soruyor:
Hz Peygamber, ‘Ey Rabbim seni hakkıyla bilemedik’ diyor. Bayezid-i Bistami ise, ‘Ben ne yüceyim, benim her şeye gücüm yeter’ diyor. Ne dersin?
Mevlana daha çocukken bile Mevlaca konuşuyor: Bayezid küçük bir kap. Rabbi içine dolduğunda Onu sadece kendi içine dolduğu kadarıyla biliyor. Peygamberimiz bir deniz. İçine ne kadar dolsa Rabbine doymuyor. Birinin küçüklüğünden, diğerinin büyüklüğündendir.
Doymamam deniz olmaktan değil. Dolmam da bir su kırbası olmaktan değil.
Bilgi acıktırıyor; emel susatıyor. Bilgiler arzuyu, arzular bilgiyi körükledikçe körüklüyor. Kâh kırba, kâh deniz oluyorum o zamanlar. Kırbaysa delik bir kırba; denizse küçük bir su değirmeni.
Eşyanın kıyısında duruyor, ufukları seyrediyorum. Elimdeki mumla varlığın üzerindeki sisi aralıyorum.
Düşen yaprağı, sönen ışığı, ruhumu bir ok gibi delip geçen güzellikleri, ihtiyarlatan yanılgıları görüyorum sisler arasında.
Görmenin beslediği hissetmenin ve bilmenin karşı konulmaz hüznüyle içimdeki şefkat ormanlarına aşk korları düşüyor. İçim yangın yerine dönüyor.
Hüznün tarifsiz yangınını gördükçe Heidegger gibi cinnetin eşiğine düşüyorum.
Eşyanın ve insanın alın yazısını okudukça Kafka misali düşlerime yumaklanıp kalıyorum.
Mesellerden yardım almak için bilgelerin hayatlarına ve öğretilerine kapaklanıyorum. Her yeni bilgi dünyamın sınırını biraz daha ileri götürüyor. Aydınlandıkça karanlığının şiddetini fark etmek, fark ettikçe aydınlığı daha fazla istemek…
Önü alınamaz bir ihtiras bu; biliyorum.
Ufuklardan ayrılıyorum. Hayatın neresinden tutacağını bilemeden elimi uzattığım yerlerden binlerce vecd sancıları ile geri dönüyorum. Hakkında hayretimi artıran bir bulut buğusunun göğsüne sığınmak istiyorum. O buğunun içinden duman duman Goethe göversin istiyorum: Üç bin yıllık tarihinin muhasebesini yapamayan insan günübirlik yaşar…
Bilmenin ateşi dört bir yanımı sarınca ‘Ne kötü sıradan insan gibi yaşayamamak’ diye hayıflanıyorum. Hissetmemek, fikretmemek, ortalama insan olmak, ağaçlar gibi kimseler görmeden ölüp gitmek, taşlar gibi kimseler duymadan ufalanıp toprağa karışmak ne iyi, ne güzel o zaman.
Kimseler duymadan, kimseler görmeden ölüp gitmek. Ancak bir başkası kadar acı çekerek ölüp gitmek. Fazla acı çekmeden emaneti sahibine teslim etmek.
Belki de en güzeli uykuda ölüme kapak atmak.
Ama yine de ölüm karşısında duyduğum ıstırabın dehşeti beni alabora ediyor. Istırabı hafifletmek için kendimi terk ediyorum. Gidip bir çocuğun bedenine konuk olmak istiyorum.
Taze bir beden, melek gibi bir ruh…
Ölümü daha kolay kabullenmek için çocukça bir saflıkla yaşamak…
Kendini korumak için çocukça kendini her şeye açmak...
Kendini bilmeden yaşamak…
Bir baba gibi bir başkası için değil; bir çocuk gibi başkalarının senin için yaşadığını bilmek…
İşte ölüm acısını azaltmanın bir başka yolu.
-Damarlarımdan kan mı çekiliyor ne?
Bilmek için sorular sordukça kendime.-
Dünyada ölümden başka acıların da olduğunu Cahit Zarifoğlu’ndan öğrendim. Aklımın acı çektiğini, kalbimin acı çekmediğini, ayrılığı yani aşkı ve ölümü mantıksız bulanın akıl olduğunu, bu mantıksızlığın da insanı acıya sunduğunu ise Barla’dan. Aklın imkânsızı sorgulayışı ağrılara, ağrılar da sorulara dönüştü, dönüşüyor hala.
‘Bir alem ki gökler boru içinde
Akıl olmazların zoru içinde
Üst üste sorular soru içinde
Düşün mü, konuş mu, sus mu, unut mu
Buradan insan mı çıkar, tabut mu?’
Sorular tabutumu omuzluyor. Uzun bir yolculuğa çıkıyorum. Derin yeşil vadiler, serin mavi denizler yerine altın sarısı kum tepeleri, sıcak ve boğucu vahalar buluyorum dizginlerimde. ‘İlim bir noktaydı, cahiller onu çoğalttı’ diyen kudret kılıcının söylemine teslim olmak istiyorum.
Suallerle bilmemişliğimi daha da anlıyorum. C. Meriç’in Saad Bin Ebu Vakkas ya da Hz Ömer’den birisinin söylediğini iddia ettiği bir kelam takılıyor ruhumun kanatlarına: Bütün kitapları yakmalı; eğer Kur’an’ın dışındaysa. Eğer Kur’an’ın içindeyse buna zaten ihtiyaç yok; yine yakılmalı.
Hitler sual sorulmaması için bütün kitapları meydanda yaktırdı. Cengiz’in Bağdat’ı, İspanyolların Endülüs’ü ne hale getirdiğini tarih yazıyor. Yakılanlar, yıkılanlar ‘ben bilgisini’ öğretmiyorsa, yakılmasında, yıkılmasında bir sakıncanın olmadığını herkes ölümüne yakın anlıyor. Ben de şimdi anlıyorum. Evet, ne ki O’nu anlatmıyor; o şey gereksizdir.
Çöller nasıl oluşuyordu? Alçak hava basınçlarından mı? Şimdi tam hatırlamıyorum. Ama benim içimde okudukça öyle bir basınç oluşuyor ki, gün geçtikçe içimde tozlar birike birike çölleşiyorum.
Çöl bir ses gibi uzadıkça uzuyor içimde. O çöl içinde birden ‘Gittikçe büyütüyoruz dünyanızı’ diyen bir sesle irkiliyorum.
Etrafa bakıyorum. Kimseyi göremiyorum.
“Hayal görüyorum galiba?” diyorum.
Sözün güzelliği bende hoş bir tat bırakıyor.
“Bu sözde tozun büyüttüğü bir dünyadan bahsedilmiyor herhalde.” diyorum.
Neyse işte; olduğu yerde duran nefsimin değil de, marifet yolunda yürüyen kalbimin dünyasının genişleyebileceğini zor da olsa kavrıyorum. O vakit içimde bir kalp atlısı çöllerimdeki tozları gafletin denizine dökmek üzere şahlanıyor. Tozlar kalkıp indikçe;
“OKU! OKU!” diye yazıyorlar tane tane.
“Ama önce kendini OKU”, diye bir ses duyuyorum bu sefer.
Bir önceki ses bir tarafa bu ses bana hayli tanıdık geliyor. Bakıyorum başucumda Üstadım. Gülümseyerek: “Ama önce kendini OKU” diyor.
Şaşırıyorum. Kendimi toparlamaya çalışıyorum. Baktım, zorlanıyorum; Üstadım tekrar devreye giriyor:
Barla’daki cevizlerin peşinden at sürerken düşüp bayılmışsın. Şakirtler dağ suları ile yüzünü yıkamışlar, ayılmamışsın. Seni öldü sanmışlar; buraya, Medrese-i Nuriyeye getirmişler. Biz de Yokuşbaşı Mescidinin önünde kökleri kurumaya yüz tutmuş çınar ağacının altındaki çeşmeye yüzünü tuttuk. Şükür ki ayıldın…
Üstadım sözlerini sürdürürken ben içimdeki çölleri ardımda bırakarak hayret makamında gözlerinin denizine doğru uzun bir yolculuğa çıkıyorum.
‘Daha okuyacak çok şeyin var’ diyor bir ara avucundaki cevizleri ve bahçedeki kahverengi atı göstererek.
O zaman hatırlıyorum ceviz ve at keyfi yüzünden zikri ve dersi nasıl da unutuverdiğimi.
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik.
Ah, namazı unutturdu diye atlarını kestiren yedi cihanın sultanı Süleyman!
Ah, fetih coşkusuyla üç kıtada atlar koşturan Kanuni Sultan Süleyman!
Ah, Barla Dağlarında Üstadımla bozkır atları gibi kâinat gezilerine çıkan Sıddık Süleyman!
Ah, Barla’da “Cennet Bahçesinde” Üstadımla 28. Söz Risalesini telif eden Sıddık Süleyman!