İstanbul bir terkiptir. Eski-yeni, doğu-batı, iman-inkâr, yerli -yabancı, güzel-çirkin, asalet-bayağılık, zarafet-hoyratlık, letafet-kirlilik, tevazu-küstahlık, ahlak-helak, ihlâs-iflas, zikir-küfür ve ihtişam ile sefaletin terkibi.
“İstanbul ya hiç sevilmez yahut çok sevilmiş bir kadın gibi sevilir.” Ya göklere çıkarılır mabut gibi; ya yerin dibine batırılır mahlûk gibi. Tezatları konuşturan şehirdir İstanbul.
Yahya Kemal ve Necip Fazıl’dan aşk fışkırtır; Tevfik Fikret’e nefret kusturur. “Sis” de onun eseridir; ”Siste Söyleniş” de. Birine göre” Bin kocadan arta kalan dul”, ötekine göre “Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.”
İstanbul… Dikenli bir taht. Başında taç, ayağı muhtaç. Bir yüzü çekici, öteki itici. Cennet de İstanbul’dur, cehennem de. Huzur da ondadır, kargaşa da. Varlık da ondan doğar, yokluk da. Uzak cephesiyle Paris; yakın çehresiyle Kabil. Kâşaneler dıştan görülür, viraneler içi doldur. Bir yanıyla Sinderella’dır İstanbul, öbür yanıyla Külkedisi. Bir yakası sefa, öte yakası cefadır İstanbul’un.
Beylerbeyi, Tarabya, Emirgan’da konaklar, köşkler, yalılar; Maltepe, Gültepe’de köhne, izbe mekânlar.
Bir yanda mor salkım, leylak, erguvan; öte yanda çöp, kusmuk ve kan.
Ataşehir devler ülkesi, Ok Meydanı cüceler. Birinde New York’un gökdelenleri, ötekinde gettoları.
Zıtlıklar koyun koyunadır İstanbul’da. Harbiye’de cazlar, baleler, resitaller; Feshane’de bayram ve ramazana dair nostaljik ritüeller.
Bir kemanın tellerinden dökülen nağmeler gibi huzur aşılayan Emirgan, Anodolu Kavağı; öte yanda gürültü kirliliği, anarşi ve ağlatan trafiği.
Un kapanı dansöz, rakı, balık; Kocamustafa Paşa sohbet, tespih ve sarık.
Ve İstanbul “dersaadet”tir. Mutluluk evi. Asya ile Avrupa’nın dersaadeti. Vuslat âlemidir. Bir Leyla ile Mecnun, Romeo ve Juliatte, Paul ve Virginia, Ferhat ile Şirin, Dante ile Beatrice, Mum ile Pervane’nin aşkıyla yanan Asya ile Avrupa’nın kavuşma yeri. Kavuşma ve Boğaz’ın sularında göz göze oynaşma yeri. Batı medeniyetinin Doğu medeniyetiyle buluşma mekânı. Merec’el Bahreyn… Bir medeniyetten öbürüne geçiştir İstanbul.
Her yapı bir aşktır İstanbul’da; her aşk bir tarih. Sülaymaniye Cami aşkın eseridir. Topkapı aşkın tezahürü.
“Hala çığlıklar gelir Topkapı Sarayı’ndan.”
Fatih’in Sarayburnu’nda yaşayan ruhudur Topkapı. Ve avlusunda Aya Sofya… Kadim mazisiyle ayakta duran, sonsuzluğa meydan okuyan, gurur abidesidir. Sütun parçalarındaki delikte Hazreti İsa’nın gerildiği çarmıh olduğuna inanılan ve Batı’nın hala gözü üstünde olan Aya Sofya…Çatışmaların müsebbibi, tartışmaların odak noktasıdır.
Tarihle bağlantısı en eskiye uzanan ilçe Fatih’tir. Klasik Türk şehri… Muhafazakâr, yoksul Fatih. Şemstir Fatih. Aşk çağlayanı Mevlana’nın ilham kaynağı Şems… İstanbul’un dervişlik yönü Fatih’ten gelir. “Bab-ı Esrar”dır Fatih; dervişan kapısı. “Dünyaya kapalı Allah’a açık” dervişler kapısı. Fatih, “Aşk” a giden yoldur.
Sultanlar adeta çırpınmışlardır Fatih’te; şehre dervişlik özelliğini bahşeden silületi vermek için:
“Bulutta şaha kalkmış Fatih’ten kalma kırat
Pırlantadan kubbeler belki bir milyar kırat
Şahadet parmağıdır göğe doğru minare;
Her nakışta o mana: öleceğiz ne çare?”
Bir yanıyla “İslam”dır İstanbul, öbür yanıyla “Hıristiyan”. Minareler, katedraller kenti. Ezanın nağmelerine Haçlı dünyasının çan sesi karışır. Bir cephede İslam’ın gözdeleri: Muhteşem Süleymaniye, tükenmez hazine Beyazıt Cami ve Mavi hülya Sultanahmet öze hükmeder. Öte cephede Hıristiyan’ın atan kalbi Balat Kariye, Fener Rum Kiliseleri göze hükmeder.
Tanpınar’a göre “Tanzimat, İstanbul’a büsbütün başka bir gözle baktı. O, bu şehirde iki medeniyeti birleştirecek yeni bir terkibin potasını görüyordu.”
Beyoğlu, Osmanlı ‘da Batı’nın simgesi; Eminönü ve Fatih’i kapsayan Suriçi Doğu’nun. Beyoğlu Hıristiyan-Yahudi; Suriçi Müslüman-Osmanlı.
19.yüzyılda çıkan yangınlar, Batı tarzı yapılaşmayı hızlandırır Beyoğlu’nda. Eski konakların yerini birbirine bitiştik batı mimari üslubu evler alır. Tanzimat’la beraber bir Avrupa kenti görünümü alan semt, Frenklerle azınlıkların kaynaşmış bir yaşam sahnesidir artık. Büyülü bir yaşam: oteller, balolar, baleler, tiyatrolar, kafeler, operalar... Ve buralarının atmosferiyle yoğrulan barlar, kahvehaneler, pastaneler, birahaneler ve Beyoğlu’yla özdeşleşen meyhaneler… İstiklal Caddesinde insan sel olur, akar.
Beyazperde’nin mayası da Beyoğlu’nda tutar. İstanbul’un bu yüzünde yeni bir Hollywood doğar: Yeşilçam.
Sinema, tiyatro, alafranga konserler, caz festivallerinin can alıcı köşesi haline gelir Beyoğlu. Dansçılar, şarkıcılar ve film yıldızlarının sığınağı olur. Çiçek Pasajı, entel durağıdır. Şehrin hayatına “eğlence” çehresiyle girer Beyoğlu. Son moda eğlencelerin cazibe merkezidir artık.
Eski İstanbul’un kendine özgü bir eğlenme şekli vardı. Kâğıthane’de sazlı sözlü kasır eğlenceleri, Boğaz’da sandal sefaları, Çamlıca ve Göksu Deresi’nde bir rüya âlemi nakşeden gezintiler…
“Göksu’ya gel ey servi naz
Dilbesteler eyler niyaz
Bülbüller oldu nağme saz
Güller açıldı geldi yaz.”
Boğaziçi’nin efsunlu mehtap âlemleri, şairlere, ressamlara ve bestekârlara sermaye olur; İstanbul’da zevk ve safa rüzgârı estirirdi.
“Körfezdeki dalgın suya bir bak göreceksin
Geçmiş gecelerden biri durmakta derinde;
Mehtab… İri güller… Ve senin en güzel aksin
Velhasıl o rüya duruyor yerli yerinde
Said Halim Paşa ve Bebekli Valide Paşa’nın mehtap Partileri Boğaziçi’nde, hülyalı gecelerde birlikte eğlenme zevkini bahşederdi.
“Aheste çek kürekleri mehtap uyanmasın
Bir ömrü hayale dayan ab uyanmasın.”
Rivayet olunur ki, mehtap âlemlerine en düşkün padişah sultan 1.Mahmut’tur. Erkek evladı olmayan Sultan’ın; “Hayatta iki şeye doyup tam olarak kâm alamadım: Biri evlat, diğeri mehtap” sözü meşhurdur.
Bir yandan batılılaşma cereyanıyla dışarıdan hücum eden yeni moda eğlenme şekilleri, öbür yandan iktisadi şartların değişmesi, İstanbul halkının beraber eğlendiği Lale Devri eğlenme modelini maziye gömer.
İstanbul halkı artık tek başına eğlenecektir. Her türlü kaygılardan uzak, değerlerden kopuk; hareketli, şatafatlı, bir yığın alafranga eğlence, çılgınca Beyoğlu’na damgasını vururken, şehrin dini, mistik, alaturka kimliği acılara gark olur.
“Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet
Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet.
O manayı bul da bul
İlle İstanbul’da bul
İstanbul…
İstanbul…”
Eyüp, Beyoğlu’na inat daima gelenekçidir. Vakur, mütevazıdır Eyüp. Beyoğlu medeniyet buhranının veledi, Eyüp tefekkür dünyasının evladı. Beyoğlu, kutsalımızı öldürürken; Eyüp, moral değerleri diriltir.
Kendi kabuğuna çekilmiştir Eyüp. Batılın dünyası giremez onun kapısından. Bir lokma, bir hırkadır. Kâh mistisizm kokar, cami türbe ve tekkeleriyle; kâh aşk… Piyer Loti, Prens Sebahattin, Şair Fıtnat Hanım’ın sevdalarıyla aşk kokar. Eyüp sırtlarındaki asırlık çınar ağacının gölgesindeki kır kahvesi ve Aziyade’nin makamı tüm nostaljik aşkların sembolüdür. Tarihtir Eyüp. Sur dışında kalan fakat Sur içi’nin kadim mazisine ortak olan bir tarih.
Beşiktaş, Ortaköy, Kadıköy ve Tarabya da Beyoğlu’nun açtığı yoldan gider ve 21. yüzyılda eğlencenin nabzını tutmaya başlar.
Bundan sonra, İstanbul’un bir yüzünden marjinal zevkler hızla fışkıracak, öbür yüzünde geleneksel değerler ayak direyecektir.
Asya kimliğiyle İstanbul aşk ve iman, Avrupa kimliğiyle şirk ve küfür kokacaktır.
İstanbul gecelerinde kimi zaman helal harama, kimi zaman haram helale galebe çalacaktır.
Moderniteyle birlikte barların, diskoların, gece kulüplerinin ve tavernaların sadası Üsküdar ve Galata Mevlihane semalarına ulaşır.
Balat Agora ve Beyoğlu Meyhanelerinin sarhoşluğu Merdivenköy Cemevi ayinlerine bulaşır.
Striptiz ve gay-lezbiyen kulüplerinin çığlığı Kutsal Emanetler Dairesi’nde yirmi dört saat okunan Kuran’ın nağmelerine sataşır.
Ortaköy ve Kalamış’ta jet- sosyetenin akınına uğrayan Lailalar, İskenderpaşa’daki zikirlerin “Lailahe İllallah” larına karışır.
Bebek küçük Avrupa, Üsküdar küçük Asya. İstanbul peyzajında istiridyesini aralayan incidir Bebek; Marmara’nın kalbinde yatan denizyıldızı. İstanbul’un has bahçesine kurulmuş nadide yüzdür Bebek; şımarık, hoppa, sevimli…
Ufacık balıkçı köyü iken küçük Avrupa’ya giden yolda bebek yüzlü bir çelebiyle tanışır Bebek. Rivayete göre, İstanbul’un fethi esnasında Çelebi, semte bir bahçe ve köşk yaptırır. Çelebi’nin ölümünden sonra burası “Bebek” diye anılmaya başlar.
Bebek, lüks, konfor, imtiyaz. Ütopyanın gerçeğe dönüştüğü mekân. Haşim’in “O Belde”si.
Tercihdir Bebek; şöhretin tercihi; paparazzilerin kümelendiği yer. Restoranlarının önünde kuyruk vardır Bebek’in; son model ciplerinin seyir halinde olduğu trafiğinde karmaşa. Bebek’in yeşillik ve mavilikle ördüğü huzuruna atılan şamardır bu.
Türk, İngiliz, Fransız ve Amerikan halkıyla kozmopolit; Robert ve Amerikan Kız Kolej’leriyle misyonerdir; masam ama sinsi Bebek.
“İstanbul’un fethini gören Üsküdar, Bebek’e nispet daima yerli, daima milli ve hep kalenderdir.
Bebek maddede zaferdir; Üsküdar manada. Biri Marx, öteki Mevlana.
Bebek imajıdır koynundaki yerli yabancı yatları, sürat motorları, yelkenlileri ve yılanlı yalı ile Üsküdar nostaljidir saray, kasır, av köşkleri, kız kulesi ile.
“Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar
Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar.
Bir ses, bilemem tanbur gibi mi, ud gibi mi?
Cumbalı odalarda inletir kâtibim”
Cumbalı odalarında ud ve tambur çalınan Tanzimat yıllarının köşkleri ve konakları zamanla silinip gider:
“Az sürer gerçi fakir Üsküdar’ın saltanatı.”
Fakat hala dergâhlarından ney ve kudüm sesleri yükselir, Nedim’e göre dergâhları sığınak olan Üsküdar’ın.
Fetihle birlikte İslam diyarı olur, milli mücadelede mücahit. Cihangir’den Üsküdar’a karşı oturan İstanbullular, gurup vakti Kız Kulesinin altına dönüşen rengini seyre dalar:
“Git bu mevsimde gurup vakti
Cihangir’den bir bak
Bir zaman kendini karşındaki rüyaya bırak.”
Hangi İstanbul? Sizin İstanbul’unuz hangisi?