Milletini sevmek ve milliyetçilik-2
“Eğer unsur lazım ise, unsur için bize İslamiyet kâfidir.” Bediüzzaman Hz.
Bir müminin, bırakın milletini sevme “hakkı” olduğundan bahsetmeyi; aslında milliyetini sevmekle “yükümlü” dahi olduğunu, öncelikle hatırlatmak gerekiyor.
Ancak, bu mükellefiyet, “Milliyet” kavramını nesep-soy olarak ele alıp-almamamıza bağlıdır… Çünkü Kur’ân’ın cihanşümul “Millet-i İbrahim” (4) ifadesi orada dururken; ve hadis-i şeriflerde aksi düşüncelerin, örneğin “Âsâbiyet-i Cahiliyye” gibi ikazlarla ifadesi söz konusu iken; Kur’ân terminolojisindeki milliyet ya da millet kavramlarını sırf dil ve nesep birliği olarak ele almanın, insanı büyük bir yanılgıya sevk edeceği açıktır.
Zira, “Ve ben atalarım İbrahim ve İshak ve Ya'kub’un milletine girdim”(5); ya da “Sen onların milletine tâbi oluncaya kadar senden ne Yahudiler ne de Nasranîler asla hoşnut olmazlar.” (6) meallerindeki ayet-i kerîmeler gibi örnekler; Kur’ân’da millet kelimesinin “din” kavramında kullanıldığını da göstermektedirler. Millet kelimesinin günümüz Türkçesindeki “ırk” anlamıyla kullanımı ise, Ulus-devlet fikirlerinin toplumumuzda hükmünü icraya başlamasıyla ancak tarihlendirilebilir. Ki, Osmanlı Devletinin son dönemine ait bazı resmî belgelerde bile, kişileri tanımlayan bilgiler arasındaki “Milliyeti:” hanesinin karşılığı olarak, mensup olunan din isminin zikredilmesi de, bu gerçeği tasdik eden tarihî bir delil niteliğindedir.
Ancak, özellikle de Bediüzzaman Hz.nin, Kur’ân’ın o kullanımından mülhem “Kudsî İslamiyet Milliyeti” tabirine rağmen; kimi ehl-i dinin ve özellikle de kimi Risale-i Nur müntesiplerinin; “o asıl milletini” sevdiğini söylemekle birlikte, nesebi ve ırkıyla da iftihar ederek bunu ön plana çıkarması gibi bir “vartayı”, bir asrı aşkın bir süredir bizi birçok hayırdan alıkoyan mühim hatalarımızdan biri olarak görmemiz gerekiyor.
Hem de Risalelerin, Hadislerin ve hatta Kur’ân’ın konu hakkındaki mesajlarını; günümüzdeki kullanımıyla bir milliyetçiliğe dayanak kılmaya dair söylem, icraat ya da düşünceler, vicdanları fazlasıyla kanatıyorken...
Oysa yukarıda da belirtildiği üzere, insana nesebiyle alakadar olma ve onları sevme gibi fıtrî bir his verilmiştir. Hem bırakın ataları; insan, kullandığımız şekliyle milletini (nesebini) en başta Anne-Babasıyla sevmektedir. Öyle ya, nesebî yönden insanın en yakını, birinci dereceden akrabalarıdır ve de birinci dereceden “milleti” olan kendi ailesidir!.
Ne var ki, İslam’ın bu konudaki yaklaşımı ise, “yüzyıllık alışkanlıklarımızı” sarsıcı niteliktedir!.
Zira, değil sadece bağlı bulunduğumuz milleti; neseben en yakın akrabamızdan veya ‘en yakın milletimizden’ olan bir insanla yakınlığımızdaki belirleyici ölçüyü bile Kur’ân’, “kan ve soy bağında” değil, iman-küfür ölçüsünde ya da diğer bir ifadeyle, kişilerin “Millet-i İbrahim’e” mensup olup olmamalarında görmektedir.
Nitekim Hz. Nuh (a.s)’ın meşhur kıssasına göre, kendisine ailesinden kimsenin helak edilmeyeceği vahyedilmesine rağmen, asi oğlunun nasıl olup da helaka uğratıldığının beyan buyrulduğu ayet olan: "Ey Nuh, o senin ehlinden değildir. Çünkü o sâlih olmayan bir amel sahibidir" (7) ayetini; ya da “Ey müminler! Küfrü imana seçiyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi dost edinmeyiniz!” (8) ve “Allah'a ve ahiret gününe imân eden hiçbir kavmi bulamazsın ki, Allah'a ve Resûlüne muhalefet eder kimseleri sevsinler. Velev ki babaları veya oğulları veya kardeşleri veya kabileleri olsunlar.” (9) mealindeki ayetleri hatırladığımızda; ve üstelik söz konusu ayetleri de, "Ancak mü'minler birbirinin kardeşidir" (10) gibi ayetlerle ve bu manadaki hadislerle birlikte ele aldığımız takdirde; bir insanın aslında kimlerle aynı “milliyetten” ve aynı “aileden” olduğu, ancak ortaya çıkabilecektir.
Yani İslam, bir insanın sadece kimlerle hangi milliyetten olduğunu değil, ailesine kimlerin mensup olup-olmadığını da belirtirken dahi; kişinin mensup olduğu dini, temel ve belirleyici unsur kılmaktadır. Ki, : "İki farklı dine mensup olanlar birbirine mirasçı olamazlar" (11) şeklindeki Nebevî fermanda da görülebileceği üzere; İslam Hukukunda, aileden kalabilecek mirastan pay elde edebilmenin şartı; “o aileye”, yani o aileyle aynı dine ve dolayısıyla da “aynı millete” mensup olmaktan geçmektedir.
Böylelikle İslam’ın millet ve hatta aile tanımlamasında belirleyici faktörün, kan, ırk nesep veya genle değil, “İki milletin insanları birbirine mirasçı olamazlar." (12) Hadisindeki “Millet” kavramına yüklenen anlamda da görülebileceği üzere; doğrudan doğruya, İslam olmak ya da olmamakla ortaya çıktığını hatırlamış oluyoruz.
İşte asıl ‘sorun’ da, sanırım burada ortaya çıkıyor...
“Faziletli atalarımıza ne şekilde sahip çıkabiliriz o halde?”
Bugün, İslam’ın aile ve millet tanımlamasında “din” olarak beliren temel kıstasını kabul ettiğini ifade eden pek çok ehl-i dinin, daha çok hal lisanıyla da olsa, örneğin: “Madem inananlar milletindenim ama diğer yandan fıtraten nesebimle de alakadarım; o halde hem atalarımdan ve nesebimden olup da, hem de Müslümanlıkta örnek olabilmiş kişileri sevme ölçüm ne olacak; yoksa sevmemeli miyim Müslüman akrabamı veya atamı?” dediklerine şahit olabilmekteyiz.
Ya da diğer sık karşılaşıldığı şekliyle, “Atilla’dan ya da Tonyukuk’tan bana ne, ben ırkçı değilim, kıstasım İslam’dır; ben Fatihlerin, Yavuzların nesliyim ve onlarla gurur duyuyorum”, şeklinde düşünmenin bir sakıncası var mıdır acaba?
İşte tam da burada, unsuriyete ve atalara duyulan fıtrî muhabbetin meşru ve caiz olan kısmı ile; bu hissin, ‘haddi aştığı’ anlarda insanları düşürebildiği haller arasındaki tehlikeli çizgiye dikkat çekmek gerekiyor. Ki ‘hadleri çiğneyen bu hal’ de, en başta; aynı kan bağına mensup insanlara ihsan olunan iyilik, fazilet ve kahramanlık gibi özellikleri onlardan bilmek gibi büyük bir yanlışlığa düşmek; ve bu şekilde o akraba ve atalarının hayırlı hizmetlerinden ve iyiliklerinden, insanın kendisine de dolaylı yoldan ( yani kan bağından dolayı) pay çıkarmasına yeltenmek, şeklinde özetlenebilir. Bundan dolayı da bu hal, her ne şekil ve isim adı altında olursa olsun, haddi aşmadır; çünkü “Fenalığı nefsinden ve İyiliği Allah’tan bilmek” (13) İlahî hükmüne muhalefet etme divaneliği gibi, sakıncalı bir anlayışı bünyesinde barındırmaktadır.
Dahası, bu yolla onların o faziletlerini üstlenmekle; Ene’nin sadece kendiyle değil, milletini de nazara vermek suretiyle daha farklı şekilde ve daha küllî bir yapıda böbürlenmesinin yolu da açılabilmektedir.
Yani mümin ve mübarek kimselerle aynı kan bağından gelmem; bana o kimselerin mehasinini üstlenmem ve bu yolla onlarla iftihar etmem gibi hakları kazandırmamaktadır. Zira asla unutmamak gerekiyor ki, onların vesile kılındıkları o hayırların müsebbibi, -haşa- sahip olduğumuz genler değildir; bilakis, o hayırların sahibi “İyiliği Allah’tan bilmek” fermanınca, Cenâb-ı Hakk’ın kendisidir.
Fatihler, Yavuzlar, Alpler, Erenler ya da ecdad; İslam’a hizmetlerde bulunmak ve örnek Müslümanlar olabilmek gibi iyiliklere mazhar kılınmışlarsa şayet; bu, ayetin beyanıyla bir ihsan-ı İlâhidir kısaca... Vesile kılındıkları o hayırlar; azimleri, ihlasları ve “nasipleri” ölçüsünde o müminlere “lütfedilen” birer nimettir.
O müminleri “azme, ihlasa ve nasibe” sevk eden etken ise, sahip oldukları soya mensup olmak değil; takdir-i İlahî ile inançlarındaki samimiyetleridir!.
Nitekim, Bediüzzaman Hz.’ne ait olan gelecek iki alıntıda da özetle görülebileceği üzere, insanın mehasiniyle iftihar etme gibi bir hakkı bulunmamaktadır. Ve belki daha da önemlisi, böyle bir hal; kişinin, Uluhiyet-Rububiyet, Kader-Kaza, Hayır-Şer gibi, imana dair birçok başlıkta gösterdiği zafiyetlerini haber veren bir alarm niteliğini de taşımaktadır:
“..mü'min herşeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenab-ı Hakk'a vere vere, tâ nihayette teklif ve mes'uliyetten kurtulmamak için "Cüz'-i ihtiyarî" önüne çıkıyor. Ona "Mes'ul ve mükellefsin" der. Sonra, ondan sudûr eden iyilikler ve kemalât ile mağrur olmamak için, "Kader" karşısına geliyor. Der: "Haddini bil, yapan sen değilsin."
“Evet, Kur'ân'ın dediği gibi, insan, seyyiâtından tamamen mesûldür. Çünkü, seyyiâtı isteyen odur. Seyyiât, tahribât nevinden olduğu için, insan bir seyyie ile çok tahribât yapabilir. Müthiş bir cezaya kesb-i istihkak eder: bir kibrit ile bir evi yakmak gibi. Fakat, hasenâtta iftihara hakkı yoktur; onda, onun hakkı pek azdır. Çünkü, hasenâtı isteyen, iktizâ eden rahmet-i İlâhiye ve icad eden kudret-i Rabbâniyedir. Suâl ve cevap, dâî ve sebep, ikisi de Hak'tandır. İnsan, yalnız duâ ile, İmân ile, şuur ile, rızâ ile, onlara sahip olur.” (14)
Hal böyle iken, bırakın nefsimizin “bize ihsan edilen” iyilik ve hasenatla iftihar etmekle yetinmesini; kavimdaşımız olan müminlere ihsan olunan iyiliklerle iftihar etmeye ve onlarla mağrurlanmaya dahi yeltenmesi; bizler için, bünyesinde Hakk’a haksızlığı da barındıran çok büyük bir fitne olmaktadır elbette ki… Hem de bu, her toplumda görülebilen hayır ve şer faaliyetleri hakkında, kişinin, kendi kavmi söz konusu olduğunda fazileti; ama başka kavimler söz konusu olduğunda ise -mümin olsalar dahi- şerri veya basitliği kolaylıkla genelleştirmeye meyyal ‘millî’ hislerinin, fikir dünyasını belirli ölçülerde de olsa işgal etmesi pahasına bir sahiplenme ve gururlanmadır...
Böylelikle, aynı kan bağına sahip olduğum faziletli müminler hakkında, nail oldukları ihsanlar ve vesile oldukları hayırlardan dolayı onlarla öğünmem ve iftihar etmem, “Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takib etmediğinden zulmeder. Adalet üzerine gitmez.” ikazına göre; hem diğer mümin kavimler hakkındaki muvazeneli ve adaletli bakış açımı zayıflatır, hem de belirtildiği üzere, bu hayırları Cenâb-ı Hakk’tan değil de, onlardan bilme tekebbürü gibi dehşetli tehlikeleri netice verir!...
Ve işte böyle bir yaklaşımı ırkçılık olarak tanımlayan düşüncenin; bu şekilde tanımlıyor olduğu o ırkçılığı farklı doz ve söylemlerde, örneğin ‘kişinin faziletli atalarını ve soydaşlarını sevmesi’ adı altında yapmasını ‘müspet milliyetçilik’ olarak tanımlama hatası da, durumu çözüme kavuşturmamaktadır ne yazık ki...
Kaynakça:
4-Sûre sırasına göre, bkz.: Bakara S.-2/130-135, Al-i İmran S.-3/95, Nisa S.-4/125, En\'am S.-6/161, Yusuf S.-12/37, vd.
5-Yusuf Sûresi-12/38.
6-Bakara- Sûresi-2/120.
7-Hûd Sûresi-11/46.
8-Tevbe Sûresi-9/23–24.
9-Mücadele Sûresi-58/22. Bu Ayet-i Kerîme’nin tefsirinde, konu hakkında şu önemli kıstasın hatırlatıldığını da mutlaka göz önünde bulundurmalıyız: Bu ayetten çıkarılabilecek olan: “Kan ve yakınlık bağları iman bağı ile çeliştiklerinde kopuverirler.” şeklindeki hükmün icraasında, Allah taraftarları ile şeytan taraftarları arasında bir savaşın olmadığı sıralarda müşrik olan anne-babaya iyi davranmanın, “emredilen” bir davranış olduğu unutulmamalıdır. “Aralarında mücadele, sürtüşme, düşmanlık ve savaş varsa (ancak) bu durumda tek olan kulpla ve tek olan bağla ilgisi olmayan bütün bağlar kopar.” Tıpkı Sahabeler ve müşrik yakınlarında olduğu gibi... Bkz.: Fî Zilâl-il Kur’ân Tefsiri,C.14,Araştırma Yay.,İst.,tarihsiz, s.356.
10-Hucurat Sûresi-49/10.
11-Ebû Dâvud,Miras,10.Bl.,Hadis no:2909; Tîrmizî, Ferâiz,15.Bl. Hadis no:2107; İbn Mace,Miras,Hadis no: 2729-30.
12-İbn Mâce, Miras, Hadis no: 2731.
13-Nisa Sûresi-4/79.
14-Sözler,Envâr Neşr., İst.1996,s.463-464.