Tabii ki insanlar saçmalayabilirler.
Ama saçmalığı bir ideoloji haline getirip herkes bu saçmalığı tekrarlamak zorunda dediğiniz zaman sorun da başlamış demektir.
Can Dündarın Mustafa filmi fevkalade ciddi bir saçmalama yarışı başlattı.
Filmle ilgili şöyle eleştiriler okudum:
Atatürkü kısa göstermiş.
Eee, ne olmuş?
Uzun boylu muydu Mustafa Kemal?
Yoo, kısa boylu, ince sesli bir adamdı.
Onun bu fiziksel özellikleri, onun yaptıklarını ya da yapmadıklarını değiştirir mi?
Atatürkü içki içerken gösteriyordu, diyorlar.
İçmiyor muydu?
Sıkı içiciydi ve içiyordu.
Ne var bunda?
Tabii filmle ilgili asıl söylemek istedikleri şu:
Atatürkün insani zaaflarını gösteriyor.
Yok muydu Atatürkün insani zaafları?
Vardı ve çoktu.
Kimin yok ki?
Hepimizin var.
Mesele tam da burada işte.
Atatürk sıradan fanilere benzeyemez, benzetilemez, o bizler gibi değildir.
Onun insani zaafları olamaz.
Türkiyenin çok önemli kilitlerinden birini çözecek soru burada karşımıza çıkıyor işte.
Neden Atatürkü insanüstü biri gibi anlatmak istiyorsunuz bize?
Niye onun önemli bir lider, tarihte yerini almış bir şahsiyet olması yetmiyor da, ona tanrısal bir görüntü yüklemek istiyorsunuz?
Bir insanı, bütün insani zaaflarından soyarak tanıtmak, ona bir tür dinî dokunulmazlık sağlamaya uğraşmak, laiklikle ne kadar bağdaşır, o da ayrı bir soru.
Her dinden insan için peygamberi kutsaldır, buna rağmen peygamberlerle ilgili filmler yapıldı.
Hatta Hıristiyanlar kendi peygamberleriyle dalga geçen filmler bile çektiler.
Bizde ise, Atatürke, neredeyse peygamberlerin bile sahip olmadığı bir tanrısallık, bir dokunulmazlık yüklemeye uğraşıyorlar.
Neden yapıyorlar bunu?
Çünkü Atatürk, bu ülkenin yaşadığı birçok çarpıklığın, çürümüşlüğün sorgulanmasını önleyen bir kalkan gibi kullanılıyor birçokları tarafından.
Atatürke tanrısal bir statü verip, onun arkasına saklanıyorlar.
Şu anda, halkı tarafından böyle algılanan ve böyle algılanması için çaba gösterilen bir tek lider var.
O da Kuzey Korenin yöneticisi.
Doğrusu ya, Atatürkün o adama benzetilmek isteyeceğini de hiç sanmıyorum.
Kendi yaptıklarını Atatürkün arkasına saklanarak yapmak isteyenler, saçmalıklarını gittikçe artırıyorlar.
Ne İskender, ne Napolyon, ne Lenin, ne Washington kendi halkları tarafından böyle değerlendirilmiyor.
Değerlendirilmemesi de gerekir.
Bu insanlar, özel yetenekleri olan liderlerdi.
Ama hepsinin de zaafları vardı.
O zaafların açıkça bilinmesine, söylenmesine rağmen hâlâ saygı görürler, halkları, insanları onları zaaflarıyla sever ve saygı gösterir.
Ya da sevmez ve saygı göstermez.
Atatürk bir diktatördü.
Bunu kendisi bizzat Fethi Okyara da söylemişti.
Katı bir adamdı.
Muhaliflerine karşı çok sertti.
Çok ihtiraslıydı.
Bir asker olarak kendisini çok mutlu edecek kadar büyük başarılara sahip değildi ve yaşadığı dönemde onu en çok kızdıran eleştirilerden biri bir meydan savaşını bizzat kazanmamış olduğunun söylenmesiydi.
Buna karşılık olağanüstü iyi bir örgütçü, dengeleri her zaman çok iyi gözeten yetenekli bir politikacıydı.
Kendi ilkeleri yoktu, duruma göre görüşlerini değiştirirdi, pragmatikti.
Kendine ait bir kuramı, derinliğine kapsamlı bir fikir sistemi bulunmuyordu.
Bu, Mustafa Kemalin kendi fikriydi, daha önce hiç söylenmemişti diyebileceğiniz tek bir fikir bile bulamazsınız zaten.
Batılı bir hayat tarzını Türkiyeye getirmek isterdi.
Ve o Batılı ülkeyi de kendisinin yönetmesini isterdi.
Bir asker olduğu için emirlere inanırdı.
Klasik Batı müziğini bile Türk köylüsüne emirle sevdirebileceğini sanmıştı.
Denemişti.
Bunu iyi niyetli bir şekilde yapmıştı, çünkü Sofyada, Selanikte, Berinde gördüğü hayatın Türkiyede de yaşanmasını istiyordu.
Sadece o hayatın nasıl şekillendiğini, hangi aşamalardan geçilerek o noktaya gelindiğini bilmiyordu.
Zorla şapka giydirip, zorla müzik dinleterek Batılı bir toplum yaratabileceğini sanıyordu.
Yaratılamazdı, yaratamadı.
Taraf