Uzun bir yazı... Ama ne yapalım ki dert silsilesi uzun... Yaralar derin... Ateşle imtihanımız çetin.
Üzerinden zaman geçti geçmesine lâkin, konu asırlar ötesinde de vardı, bugün de var, yarın da olacak.
İnkâr, inançsızlık, şüphe, vesvese... Veya tersinden de okunabilir. Sonuç: Allah tanımazlık, günümüz ifadesiyle ateizm.
Her inançlı anne-babanın arzusudur evladını güzel yetiştirmek. Hem Dünya'da hem ahirette mesut olduğunu görmek.
Kendince çözümler, çareler, tedbirler alır. Şer odaklarınca etkilenmesin, müsbet yaşasın ister.
Şimdi size yaşanmış bir hikâye anlatacağım. Hissemiz ziyade ola niyetiyle.
Çok yakınımız bir aile var. Evlatlarını ellerinden geldiğince iyi yetiştirmeye gayret ettiler. İlk çocuklarını o zamanın en popüler, en başarılı bir okuluna gönderirler. Oğulları çalışkan, gayretli ve düzgündür. Bir gün müdür çağırır veliyi.
Giderler.
Buyurun der baba.
Müdür pat diye mevzuya girer.
"Sizin oğlunuzda imani zaafiyet var" der.
Anneler duygusaldır ya. Anında yıkılır. Ama baba dirayetli ve objektiftir. Evladına verilen terbiyeden emindir.
"Hayırdır müdür bey? Oğlumuz namaz mı kılmıyor?"
Yok, kılıyor.
O halde ders çalışmıyor, haylazlık filan?
O da değil.
Oruç tutmuyor, Kur'an okumuyor, tesbihat yapmıyor, risale mi okumuyor?
Bilakis.
Kızlarla mı takılıyor, sigara filan mı içiyor?
Asla.
Peki müdür bey bu çocuğa "imani zaafiyeti var" derken neyi kast ediyorsunuz?
Müdür belkide, İslama-inanca vurulacak darbenin, on yıllar sonrası inanç-itikat-güven-cemaat aleyhine kurulan tuzağın sinyalini verir gibi verir cevabı:
"Oğlunuz gazete almayı ve kaset dinlemeyi reddediyor!!!"
Mutlak itaat, sorgusuz-sualsiz kabul, mizaca-fıtrata uymayan arza, ses çıkarmamayı genç beyinlere empoze ediliş...
Detaya ve sonraki konuşmalara girmiyorum zira yazı çok uzar
Nihayet epey sıkıntılı bir süreçten sonra çocuk üniversiteyi gider, Nur cemaatinin dershanesinde kalır. Arada bir ayrı eve çıkmak istese de aile bir şekilde iknâ eder ve delikanlı üniversiteyi bitirir. Yüksek eğitim için Amerika'ya gider. Ailesinin istediği vasıflarda yetişir. Her daim hayır dualarını alır.
İkinci oğlunu da, malesef ki alternatif olmadığı için yine aynı zihniyetteki okullardan birine gönderirler. Aile bu kez daha hassas davranır ama bu çocuklarının fıtratı abisiyle taban tabana zıttır.
Haylazdır. Ataktır. Kaytarıkcıdır. Asidir. Abiye uygulanan kurallar, metod onda ters teper. Üniversitede dershanede kalmak istemeyişine ve diğer huylarına uygun metodlarla o da üniversiteyi bitirir ve Amerika'ya gider.
Aile, ilk oğullarının Amerika'ya gidişinden dolayı herhangi bir endişe yaşamamışken, ikinci çocukları için çok endişelidir. Çünkü onu istedikleri kıvamda ve şekilde görmemektedirler.
Küçük oğulları dönmek istemez. Orada kalır. Aile endişe noktasında haklı bir sıkıntı yaşasa da, tevekkül ve duaya sığınır. Çünkü iman teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni getirir diye inanıyordu.
Nihayet delikanlı Ametikalı hristiyan bir kızla tanışır. Kız ona "birlikte yaşamayı" teklif eder. Delikanlının cevabı kızın o güne kadar hiç duymadığı bir şeydir ve onu derinden sarsar.
"Benim dinim, birlikte yaşamayı men eder."
"O halde evlenelim" der kız.
Evlenirler. İslami usullere göre nikah da kıyarlar.
Geçen bir kaç yılda kız şaşkındır. Eşinin her hareketini, konuşmasını beynine kaydetmektedir.
Eşini kıskanmaktadır. Bunu farkeden delikanlı kıza der ki: "İstesem de bakamam. Zira, benim inancım başka kadınlara bakmayı haram kılmıştır."
Bu ve buna benzer yüzlerce halden sonra, kız bir gün o can alıcı cümleyi kurar.
"Seni bu kadar güzel ahlak sahibi yapan dinini merak ediyorum."
Gerisi çorap söküğü gibi gelir. İki yıllık okuma, araştırma, gözlem, soru-cevaptan sonra ilk kez Türkiye'ye gelirler.
Ailede herkes ingilizce konuşur. Sadece baba ingilizce bilmemektedir. Tatil biter ve Amerika dönüşünün haftasına, o muhteşem, o herkesi ağlatan müjde gelir.
Hristiyan gelin, müslüman olmaya karar vermiştir. On-line kelime-i şehadet getirir. Hem de tam tesettürlü ve bilerek.
Konumuza özet olacak ikinci cümleyi kurar bu kez de:
"En çok babadan etkilendim."
Evet dostlar... Uzunca bir yazı oldu. Farkındayım. Olabildiğince kısa tutmaya gayret etsem de oldu işte.
Sonuç:
Eşinin İslâm ile şereflenmesine vesile olan delikanlı, her fırsatta ailesine şunu söyler:
"O zamanlar size içimden kızsam da, kabul etmesem de, boşa konuşuyorlar desem de, iyi ki bana bıkmadan usanmadan, bundan adam olmaz demeden her fırsatta doğruyu, güzeli, hakkı anlattınız. Anlattıklarınızı bizzat yaşadınız. Hüsn-ü misal oldunuz."
"Abimi örnek gösterip, beni eziklemediniz. Onu kayırıp beni ötelemediniz. Fıtratıma uygun olanı yapıp, beni kendinizden uzaklaştırmadınız. Tepkimi-öfkemi-haylazlığımı-asiliğimi değil, bende olan müsbet özelliklerimi öne çıkarıp onore ettiniz."
Yani rol model olmak bu zamanın ebeveynlerinin olmazsa olmazı.
Esnaf mıyız, doktor mu, terzi miyiz, sıvacı mı, hakim miyiz pazarcı mı?
Her ne meslekten isek... Teorideki güzellikleri, hakkaniyeti, doğruyu, iyi insan olmayı, sevgi-şefkâti bizatihi pratikte yaşamıyor ve yaşatamıyorsak, malesef sonuç üzücü olabiliyor.
Karşımızdaki alevleri göklere yükselen ateş artık evimizde, içimizde, ruhumuzda, beynimizde.
Evlatlarımız, eşimiz, biz bu yangının tam ortasında iken, kimse demesin ki beni yakmaz.
Enes'in feryadını duymayan biz de suçluyuz.
Nasihat ederken, anlattıklarımıza ters düşerken suç işledik.
Enes'e ve Enes gibilere "seni böyle güzel ahlak sahibi yapan inancını merak ediyorum" dedirtemediğimiz için hesap vereceğiz.
Çocuklarımızdan, ftratlarına, mizaçlarına, hayallerine, kabiliyetlerine uygun olmayan kalıba girmelerini beklediğimiz için suçluyuz.
Mübarek üç ayları hakkıyla idrak edebilmek, dualarda buluşmak ümidi ve duasıyla.