Kur’an’dan Risale-i Nur Perspektifinde Günümüze Mesajlar (35)
يَوْمَ نَطْوِي السَّمَٓاءَ كَطَيِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِۜ كَمَا بَدَأْنَٓا اَوَّلَ خَلْقٍ نُع۪يدُهُۜ وَعْداً عَلَيْنَاۜ اِنَّا كُنَّا فَاعِل۪ينَ
Yani “Bizim, göğü kitabın sayfalarını katlar gibi katlayacağımız gün, ilk yaratmaya başladığımız gibi, yine onu (eski durumuna) iade edeceğiz. Bu üstlendiğimiz bir sözdür. Zira Biz, evet Biz her istediğimizi gerçekleştirmişiz.”[1] diye tercüme edilebilen Kur’an ayeti, kıyametin kopacağına ilişkin şüphe götürmez ayetlerden biridir.
Düşünelim ki ucu bucağı olmayan bir gökyüzü… Kitap sayfalarının dürülmesi gibi dürülecek ve yeni bir hayata, ahiret hayatına dizayn olmak için bir pozisyon alacak. Üstelik bu bizim kitap sayfalarını çevirir gibi son derece kolay olacak. Bize zor ve olmaz olan her şey Yaratıcı’ya göre elbette kolaydır.
Bu ayet zamanın ve evrenin bir başlangıcının ve bir sonunun da olduğunu açık bir şekilde göstermektedir. Zamanın geriye sarılıp eski haline döndürüleceğini de belirtmektedir aynı zamanda. Bunun nasıl olacağı konusunun bilimsel bir izahının olması akıldan uzak değildir. Çünkü her şey bir yasa çerçevesinde olduğuna göre kıyametin kopmasının da bilimsel bir açıklamasının olması gereklidir. Bilim, fizik ve diğer kanunların ışığında varlık âleminin bir sonunun olacağı konusunda fikir birliği içindedir. Madde sonsuz olamayacağına göre günün birinde bir sonla karşı karşıya kalacağı kesindir. Kur’an bunu yalnız bir ayetle değil, aşağı yukarı üçte biriyle kıyametin ve haşrin üzerinde basa basa ilan etmektedir.
Bu konuda bilim adamları da görüşlerini bu hakikatin doğruluğu üzerinde yoğunlaştırmıştır. Bir örnek olması açısından Astronomi âlimi Sir James Jeans’ın düşüncelerini paylaşabiliriz: “... Kâinattaki toplam enerjinin azalmayacağını, dünya ve kâinatın sonsuza dek devam edeceğini iddia etmek, asma saatteki topun azalmayarak, akrep ile yelkovanı sürekli yürüteceğini iddia etmek gibidir. Enerji sonsuza dek bayır aşağı gidemez. Saat topu gibi sonunda dibe vurmak zorundadır. Bunun gibi, kâinat da sonsuza kadar devam edemez, er geç bir gün erglik enerjisinin elverişlilik kabiliyeti, merdivenin alt basamağına varmış olacaktır. İşte o anda, kâinattaki hayat duracaktır. Gerçi enerjinin hepsi orada ise de, değişme kabiliyeti artık kalmamıştır. Nasıl, havuzdaki durgun su, çarkı çeviremezse, kâinatın iş yapma kabiliyeti de, artık tükenmiş olacaktır. O zaman, biz, sıcak olsa bile, ölü bir kâinatta ısı ölümü ile karşı karşıya bulunacağız. Enerji elverişliliğini yitirmiş bir kâinat ise ölmüş demektir. Bundan şüphe etmeye, buna karşı koymaya imkân yoktur. Yeryüzündeki bütün tecrübelerimiz buna o derece hak veriyor ki, bir itiraz payı kalmamıştır." Bir başka örnek daha ateş topunun üzerinde olduğumuzu haber veriyor; coğrafyacı G. Gamow da "Mavi denizlerimizin altında alevli tabiî bir cehennem var. Başka bir deyişle bizler büyük bir dinamit lağımının üzerinde duruyoruz. Bir gün tamamen infilak ederek yerkürenin düzenini bütünüyle alt üst edebilir.” diyerek, yer küremizin hiç de bizim için sonsuz umutlarımızın mekânı olmadığına parmak basmaktadır.
Nerden bakarsak bakalım, dünyanın ve kâinatın bir gün bulunduğu pozisyondan daha başka bir hale dönüşeceğine ilişkin o denli işaretler var ki insanın başka tür düşünmesine asla yer bırakmıyor.
Basit bir zihinsel alıştırmayla maddenin asıl olmadığı ve maddenin gerisinde bir başka dünyanın olduğu sonucuna varmak zor değildir. Üstelik görünen şeyler çok değişkendir, halden hale dönmektedirler. Değişenlerin bir güç tarafından yeni bir görünüme dönüşmelerini düşünmek de bilim araştırmalarının gelişmesiyle artık sıradanlaşmıştır. Bediüzzaman da bu noktaya temas ederek önce aklın kabul ettiğine işaret eder ve der ki: “Madde dedikleri şey ise, suret-i mütegayyire (değişen suretler, görünüşler..,), hem de hareket-i zaile-i hâdiseden(olayların geçici hareketler) tecerrüt etmez. Demek, hudûsu (sonradan oluşması), muhakkaktır.”[2]
Bu noktayı dikkate sunduktan sonra, maddenin sonsuzluğuna inananların akıldan uzak olan bir düşünceye nasıl vardıklarını hayret ederek altından çıkamayacakları şu soruyu onlara sormaktan kendini alamaz: “Feya acaba! Vacibü’l-Vücudun lâzime-i zaruriye-i beyyinesi olan ezeliyeti zihinlerine sığıştıramayan, nasıl oldu da her bir cihetten ezeliyete münafi (zıt) olan maddenin ezeliyetini zihinlerine sığıştırabilirler? Hakikaten cay-ı taaccüptür(şaşılacak şey).”[3] Devamında, kör tesadüfe verdiği bu tür şeyleri kafasında döndürüp durdukça, insan olarak doğduğuna pişman olması gerektiğini vurgulamaktadır.
Kâinat ve özellikle dünya, insanların gelişimlerini tamamlamak için yaratılmış, sonunda işi bitince de ödül ve cezanın görüleceği yer olan ahiret için yeni bir oluşuma tabi olacaktır. Bu Allah’a zor gelmez. O bunu istedikten sonra böyle olacaktır ve insanların yaptıkları karşılıksız kalmayacaktır.
Hastalıklı olmayan kafalar böyle düşünüp hareket etmek durumundadır. Fıtrat ve kabiliyetler de bunu gerektirmektedir. Bunun dışında insanların düşündükleriyse fıtrat dışıdır ve bedelini pahalıya öderler. Üstelik bu sağlıklı düşünce, insanın beklentisine tam cevap veren niteliktedir. Çünkü onun istekleri dünyayla sınırlı değildir. Yani insan ahiret için yaratılmıştır. Ne kadar yaşarsa yaşasın hâlâ insanın yaşamak istemesinin bir sebebi de bu sonsuzluk duygusunu yanlış yerde kullanmasıdır. Hayatın dünya ile sınırlı olduğuna inananların nasıl bir hayal kırıklığıyla karşı karşıya oldukları apaçıktır.