Bir Pazar sabahı…
AVM’ye zarurî bir ihtiyaç için gitmem gerekti. Hiç hoşlanmadığım bir mekan ama bilmecburiye gittim.
Giderken yolda hatırıma Üstadımın Barla’ya sürgün edilişi geldi. Hâlet-i ruhiyesini tefekkür ve Rum Suresinin 50. âyetini tezekküre başladım. Elbette Üstadımın hâlet-i ruhiyesine bürünmek veya idrak etmek ve zihin dünyasına ulaşmak takatimin fevkinde…
Müteessir oldum, gözlerim doldu. Yalnız ve yalnızlaştırılmak için her türlü tedbire başvurulan bir adam... Garip, gurbette, mahzun…
İmanın erkânına yapılan saldırılardan ziyadesiyle müteessir. Bizzat maarif vekaleti eli ile dinsizliğin yayılmaya çalışıldığı günler. Resimli Ay mecmuası “Ahirete inanır mısınız” başlığı altında haşri inkarı empoze etmeye çalışıyor…
Bir müddet sonra Üstadım ateşîn ifadelerle Haşir bahsini telif ediyor. Ahireti öyle anlatıyor ki neredeyse gözlere gösteriyor. Ve eğer bütün bu delillerden, kat’i bürhanlardan sonra “güneş gibi kendini gösteren ahirete inanmazsan, varlığını idrak etmezsen gel parmağını gözüme sok” diyor.
Rüzgarda hafif hafif salınan yapraklara bakıyorum. Yemyeşil, hayatlı zâkir yapraklar…
Hayatlı olmak, ademden vücuda çıkarılmanın şerefi ile şerefyâb olmak ne büyük nimet. Hele insan olmak…
İnsan olmanın şartları var elbette. İman olmazsa insan canavar bir hayvan olur. Yaratılmışlığının idraki içinde şükretmedikçe hayatta olmanın ne anlamı olabilir ki?
Rum Suresinin 50. âyetini zikretmeye devam ediyorum. Ve her sene ölüp yeniden diriltilen yeşil, hayattar yapraklar “bak” diyor. Hem bizim hem kendi var edilmişliğin için ve hayat nimeti için şükret…
Bu hissiyat ve düşünceler ile ve zikrederek bir yandan da alışveriş yerlerine giderken okunması sünnet olan “lâ ilahe illalahu vahdehu lâ şerike leh lehül mülkü ve lehül hamdü yuhyi ve yumit ve hüve hayyun layemut biyedihil hayr ve hüve ala külli şeyin kadîr” cümle-i tevhidiyesini okuyarak AVM’ye varıyorum…
Bambaşka bir dünya… Debdebeli, şaşaalı, albenili, tekellüflü, nefse câzib, ruha azab bir mekan… Allah muhtaç etmesin.
İşim kısa olmasına kısa lâkin gel gör ki varacağım yere gidebilmek için yüzlerce adım atmam ve birçok mağazanın önünden geçmem gerekiyor. Girdiğim mağazada da alacağım şeye ulaşmak için yine epey yol kat etmeliyim. Ne çok şeye ihtiyacımız varmış…
Bu mekanlar insanın fakirliğini arttırıyor. Zarurî olmayan pek çok ihtiyaç zamanla ve hem eş dostta hem mağazalarda göre göre olmazsa olmazımızmış gibi algılanmaya başlıyor. Ve gittikçe daha fakir oluyoruz çünkü almak istediklerimiz durmadan artıyor.
Gördüklerimizin yüzde seksenine muhtacız, çünkü elimizdekiler ancak gördüklerimizin yüzde yirmisi kadar belki daha da az. Elimizde olanlarınsa her gün daha cazibi önümüze sunuluyor belki de dayatılıyor. Halbuki insanın ihtiyaçları sınırsız değil ki… iktisadın kıt kaynak ve sınırsız ihtiyaç safsatası geliyor hatırıma. Neden ihtiyaçlarımız sınırsız olsun ki?
Midemizin kapasitesi belli. Bir barınak, bir binek tamam. Başka ne lazım?
Elbette insan ebed için yaratılmış ve ebedi istiyor. Ebedî saadeti arzu ediyor. Burası ise dünya. Sınırları belli bir yer. Ve bir gölgelik. Az durup gideceğiz. İnsan soluklanmak için oturduğu bir banka çatı yapmaya kalkar mı?
Küçük işim AVM’nin devasa büyüklüğü nedeniyle neredeyse iki saatimi alıyor ve çıkıyorum. Eve dönerken evden uzak bir yerde vasıtadan inip yürümeye koyulmuşken giderkenki mütehassis halim geliyor hatırıma. Bir de o anki halime bakıyorum… Kocaman bir boşluk. Taş gibiyim sanki. Şuursuz, hissiz. İki saat evvel Üstadımı düşünüp gözleri dolan ben neredeyim acaba? O halimden, tefekkürümden, tezekkürümden eser kalmamış. AVM’ye girmeden önceki ben ve AVM’den çıktıktan sonraki ben bambaşka. O güzel mânevî hâli alıp götürmüş iki saatlik AVM ızdırabı. Sürekli çalan ve kilise müziğini andıran müzik ruhumu rencide etmiş.
Evet, iktisat bilimi bize kaynaklar kıt diyor. Gerçekten öyle mi? Her bahar vagon vagon gönderilen erzaklar, rahmet yağmurlarını getiren memur bulutlar, bal, yumurta, süt, et fabrikaları olan hayvanlar, dağların içindeki türlü türlü madenler, denizlerin balıkları, incileri, mercanları… Saymakla bitmez. Hangi kaynaklar kıt acaba? Gözümüzün doymamasıyla ilgili bir durum olabilir mi?
Kaynaklar kıt olmamakla beraber ihtiyaçlar da sınırsız değil. Afrika ülkelerini dile getirir hemen bazıları bu mevzular açılınca. Acaba birileri onların topraklarını, madenlerini, maddi manevi kaynaklarını sömürmese yine de bu halde mi olacaklardı?
Evet, açlıktan ölmek yoktur. İnsan bedeninde hiç gıda almadan kırk güne dek yaşamasına elverişli depolar yaratmış Yaradan. Ve hiçbir coğrafyada beşerin bulaşık ve zalim eli bulaşmazsa kimse aç kalmaz.
Rızık hususunda en ehemmiyetli bir kavram da “bereket.” İktisat ve kanaatin bereketi, eve gelen misafirin bereketi, şükrün bereketi, zikrin bereketi, tefekkürün bereketi ila ahir. İmam-ı Şafii Hazretleri, “talebe-i ulûmun rızkına kefilim” diyor. Risale-i Nur’da pek çok defalar iman hakikatlerine çalışmanın getirdiği bereketin şahitli misalleri verilmiş.
Ne oldu bize? Şükretmenin ferahının yerini hırs göstermenin zilleti mi aldı? Zikirsiz, şükürsüz, fikirsiz ve dolayısıyla nasibsiz bir nesil geliyor. Elbette istisnaları var hamd olsun. Dünya durmaz kapatılırdı yoksa.
Peki nasıl oldu da ağzı dualı, berekete mazhar, şâkir, zâkir ve mütefekkir bir nesilden böyle bir nesil geldi?
Günü kurtarmaya çalışan. Nefsinin hazarını doyurmakla meşgul, kendinden başkasını umursamayan, hayali ve vizyonu olmayan bir nesil…
Zaten süfyan da öyle diyordu; sakın hayal kurma hele büyük hayaller asla kurma; mevcud düzene uy, itaatkâr ve düşünmeyen bir köle ol. Benim kurduğum düzeni (kumpası) devam ettir başka bir şeye karışma…
Abartıyor muyum bilmiyorum. Bugünkü AVM işkencesi bunları hatırıma getirdi.
Evet, yalan dünya her şey bomboş AVM’ler dolu…