2011 yılında “Alman İslamı“ kitabımız yayınlandığında, aynı kavramın 2018’de farklı bir içerik ile tartışılacağını düşünmemiştim. Kavram farkları konusuyla ilgili her zaman Bediüzzaman Said Nursi’nin yaşadığı olay hatırıma gelir. Rumi takvime göre 31 Mart Vakası olarak bilinen, miladi olarak 13 Nisan 1909’da başlayan ayaklanmalar sonucunda Bediüzzaman’ı da haksız olarak sorguya çekerler. Ayaklanmaya katılanların idam edildiği mahkemede Divan-ı Harb-i Örfi Reisi Hurşit Paşa, idam edilen 15 kişiyi göstererek, Bediüzzaman’a “Sen de mi şeriat istedin? İşte şeriatı isteyenler böyle asılırlar!“ der. Bediüzzaman ise, evet, şeriat istediğini, “Fakat ihtilalcilerin isteyişi gibi değil“ diye cevap verir ve savunmasından sonra beraat eder. Tabiri caizse, 2011’yılında biz de “Alman İslam“ından bahsettik, fakat bugünlerde istenilen Alman İslam’ından farklı olarak. Konuyu ve farkı daha iyi anlayabilmek için tarihsel bir serüven yapalım.
Bassam Tibi 1991 yılında Avro İslam (Euro İslam)’dan bahsettiğinde, seküler ve laik bir İslam’dan bahsediyordu. Avro İslam’ın savunucularına göre İslam’ın bazı temel esaslarını Avrupa’da uygulamak mümkün değildir ve bu sebepten dolayı Avrupa’ya uygun bir İslam oluşturmak gerekiyor. Yani aslında bir reform’dan bahsediyorlardı.
11 Eylül 2001 saldırılarından sonra, tüm dünyada İslam’a bakış açısı değiştiğinde ve özellikle Avrupa ülkelerinde müslümanların uyumu tartışılmaya başlayınca, Tibi kendi oluşturduğu Avro İslam’ı çözüm olarak sundu. Tibi’ye göre Avro İslam, gettolaşmış ve uyum sağlamayan müslümanlara tek alternatifti.
Daha sonraki yıllarda Tarıq Ramadan, Tibi’ye farklı olarak dinin temel esaslarını değiştirmek yerine, kültürün değişmesi gerektiğinden bahsediyordu. Fakat Ramadan, Avro İslam kavramını red ediyordu.
Tibi’nin bahsettiği bir Avro İslam anlayışı, İslam’da bir reformu gerektiriyor. İslam’ın temel esaslarını, ibadetlerini değiştirmeye yönelik bir reformdan bahsediyor Tibi. Neticede ise içi boş, protestanlaşmış bir İslam ortaya çıkıyor. Çünkü hristiyanlıkta belli kriterlerden dolayı oluşan reformu, İslam dinine uygulamak mümkün değildir. Tarihsel ve sosyolojik olarak Hritiyanlıkta reforma götüren yollar İslam’da olmamıştır. Bu sebeple İslam’ı reform etmeye gerek yok.
Fakat Ramadan’ın da bahsettiği gibi teolijik olarak değil de, kültürün değişmesi sözkonu ise, bu zaten değişken bir faktördür. Kültürler değişiyor. Nesillerdir farklı bir ülkede, farklı bir toplumda, farklı bir kültürde yaşayan toplumların kültürü de değişiyor. Bu, kendi kimliklerinden vazgeçmek manasına gelmiyor elbette. Fakat doğal olarak yüzyıllar önce bıraktıkları kültürden farklı bir kültür gelişiyor.
İslam dini, Avrupa’da hep türk ve arap kültürüyle irtibatlandırıldığı için, çogunluğun bilinçaltında bir ‘Göçmen dini’ olarak yer alıyor. İslam dininin etnik bir kökene dayanmadığını, her milletten insanın müslüman olduğu ve özellikle bir çok Avrupa’lının müslüman olduğu anlayışı tam olarak zihinlere oturmadı.
Bu bağlamda Alman İslam’ı kavramına baktığımız zaman, eğer kast edilen, İslam’ın dini ve teolojik içeriğine değinmeden, değiştirmeden, kültürel bir değişim ise, bu zaten şuan yaşanan bir gerçek. Bu şekliyle Alman İslam’ı sosyolojik bir gerçektir. Fakat teolojik olarak bir değişim İslam’ın genel kaidelerine aykırıdır.
Tartışmaların maalesef sadece sosyolojik olmadığını, teolojiye de değindiğini Liberal İslam, Seküler İslam gibi kavramların tartılış şeklinde de görüyoruz. Aslında siyasal kavramları ve yapıları tarif eden liberal ve seküler kavramları İslam bağlamında tartışıldığında siyasallık yerine ne hikmetse teolojik bazda gündeme geliyor. Örneğin kendilerini liberal ve seküler olarak adlandıran temsilcilerin isteklerinin içeriklerine baktığımızda, yukarıda bahsettiğimiz protestanlaşmış bir İslam ortaya çıkıyor. İbadetlerin değiştiği, bazılarının sıfırlandığı, içi boş, anlamsız bir İslam anlayışı. 4. Alman İslam Konferansında büfede domuz eti servis edilmesi veya Konferansdan bir kaç gün önce kendisini seküler ve laik müslüman olarak adlandıran birisinin bir davetiyede “içtihad“ (!) edip domuz eti yediğini söylemesi de bunun traji-komik bir vaziyeti. Elbette burada İslam Konferansında domuz eti servis edilmesi polemiğine girmeyeceğiz, fakat en az 300 senedir Avrupa topraklarında ve 60 senedir büyük bir bir topluluk halinde Avrupa’da ve Almanya’da yaşayan müslümanların domuz eti yemediğini duymayan kalmamıştır, diye düşünmeden edemiyor insan.
Dolayısıyla aslında tartışılan sosyolojik bir Alman İslam’ı mı, yoksa teolojik bir Alman İslam’ı mı, bunu netleştirmek gerekiyor. Eskiden Almanya’da “Organize İslam“‘dan bahsedildiğinde, camilerin çoğunluğunu organize eden büyük İslami çatı kuruluşlardan bahsedilirdi. Ama artık bu kavramı kullanırken sanki organize edilmiş, sipariş verilmiş bir İslam’dan bahsetmek gerekiyor. Halbuki seküler bir devlet herhangi bir dini organize etmez. Örneğin Alman devleti İslam dışındaki diğer dinlerin nasıl ve ne şekilde imam yetistireceklerine, ritüellerinin dillerine karışmaz. Devlet dini organize etmeye çalıştığı zaman, Roma’nın hristiyanlığı organize etmeye çalışması ve hristiyan ilahiyatçıların bile tartıştığı bir Roma Hristiyanlığının meydana gelmesini hatırlatıyor. Bu şekliyle olacaksa Alman İslam’ı başarız bir projeden ibaret olacaktır, çünkü İslam’ın yapısı buna izin vermez.
Aynı hataya Hristiyanlok Tarihini baz alan bazı tarihçiler de düşüyorlar. Bu tarihçiler, Hristiyanlığın 2000 senelik bir tarihi olduğunu, İslam’ın daha 1400 senedir var olduğunu ve Hristiyanlığın varlığının 1400 senesinde olduğu gibi, İslam’ın da şimdi aynı şekilde bir Orta Çağ yaşadığını ve bu çağdan sonra bir Aydınlanma Çağı gerçekleşeceğine inanıyorlar. Dolayısıyla İslam’ın Orta Çağ’dan Aydınlama Çağı’na geçişine katkıda bulunmaları gerektiğine inanıyorlar. Mantıksızlıktan öte saçmalık olan bu tez gerçek olsa, birbirine benzeyen her din veya ideoloji aynı süreçten geçmiş olması gerekiyor. Halbuki Hristiyanlığın sürecinin benzerini ne Yahudilik ne de Hinduizm, Budizm gibi inanışlar geçirmiştir. Bu benzetme, tabir-i caizse, elma veya armut sırf birbirine benzediği için, sonunda birinden birinin diğeri gibi olmasını beklemek gibi birşey.
Tabloya biraz geriden baktığımızda Almanya’da hangi İslam anlayışının hakim, yaygın ve resmi kurumlar tarafından kabullenmiş olacağı ile ilgili bir tartışma söz konusu. Yani İslam “tesadüfe“ bırakılmak istenilmiyor sanki. Bundan dolayı hangi İslam anlayışının hakim olacağı ile ilgili bir çatışma ortaya çıkıyor.
Maalesef İslam konulu tartışmalarda genelde siyaset, ilahiyat ve muhafazakarlık birbirine karıştırılıyor. İslam ile ilgili tartışmalar siyasi retorik ile sürdürülüyor. İslam’ın maneviyatı, Kur’an’ın mesajı, Peygamber’in insanlığa evrensel mesajı, iman hakikatları hiç bir şekilde duyulmuyor. İnsanların bunları araştırmaya vakti bile olmuyor.
Ve konuları basite indirebilmek için “reform“ anlayışlarına karşı gelenler ya selefilik ya da muhafazakar damgasını yiyorlar. Bundan dolayı “İslamcı“ kelimeleri havada uçuşuyor. Buna karşılık içi boş, amelsiz ve reform edilmiş bir İslam’ın hakim olması için çalışmalar yapan müslümanlar Hristiyan Reformcu Luther ile kıyaslanıyor.
Bu şekilde muhafazakarları, dindarları, namaz gibi ibadetini yerine getirenleri, cemaatleri, mezhepleri radikal çizgisinde gösterip karşısına içi boş, ılımlı, reformcu, calvinist, seküler, liberal İslam’ı semantik olarak çıkartma tehlikesi var. Halbuki seküler veya liberal İslam’ın liberallikle alakası yok. Tüm mesele ibadetsiz bir İslam oluşturmak, yani İslam’ın temellerini değiştirmek.
Son olarak, komple teorilerine yer vermemek için belirteyim, bu çatışmanın belli merkezlerden hazırlandığını hatta yöneltildiğine inanmıyorum. Daha ziyade bunu sosyolojik bir süreç olarak değerlendiriyorum. Yani süreç bizleri bir yere doğru kanalize ediyor. Hangi İslam anlayışının gelecekte Almanya’da hakim olacağı ile ilgili bir süreç.