Uzun süredir Karadenizdeyiz. Üç yıl, nurları tanıyış yıllarımız Rize'de geçti. Sonra Trabzon'da üniversite ve vakıfâne yıllarımız devam etti ve ediyor.
Seksenli yılların başında Trabzon'da liseli dersanemiz yoktu ve o noktada eksiklik hissediyorduk. Liselilerin üniversiteliler arasında kalması da uyumsuzluktan kaynaklanan bazı sıkıntılara sebep oluyordu. Onun için, buna pek hoş bakmıyorduk. Fakat bunun istisnaları da mecburen oluyordu. İşte bu istisnalardan biri de Arsin ilçesinden liseli Âdem Azak idi. Âdem kardeş, liseliydi ama üniversitelilerle iyi bir uyum göstererek, lise boyunca hem dershanede kaldı hem de Yıldız Teknik Makine bölümünü kazandı. Sonrasında Avrupa'ya uzanan bir iş hayatı oldu. Trabzon ile irtibatı zayıfladı. Fakat Avrupa'da medar-ı iftiharımız oldu.
Zaman zaman görüşür, haberleşirdik, hizmet haberlerini alırdık. Fakat bu pandemi yıllarında katıldığımız ortak dersler olunca, haberleşmemiz daha da sıkılaştı. Avrupa derslerine onun aracılığıyla dinleyici olarak iştirak ettik. Birkaç defa da ders yapmıştık. Fakat sonrasında Adem kardeş Avni Altıner kardeşin yönetiminde Almanya Hannover merkezli derslere de bizi davet edince, katıldık. Her hafta muntazaman devam ediyor maşallah.
Fakat âcizane kendi adıma çok istifade ediyorum. Ders yapınca, daha da hazırlık yapmak, alakalı yerleri toparlama ve sesli okurken misallendirmek icab ediyor. Sesli okumak, kafayı da işletiyor biraz. İnsanı açıyor, dikkatini kamçılıyor. Okuduğunu düşünmeye çağırıyor insanı.
Trabzon'un Araklı ilçesinin üzerimde bu bakımdan emeği çoktur. Derse gider, biraz da öylesine nereden okuyalım, diye sorardık. Bir defasında defalarca okumamıza rağmen, bir türlü tam anlayamadığımız Kader Risalesi'nde İkinci Mebhasin Beşinci Vechindeki "Kader sebeple müsebbebe bir taalluku var" cümlesi ile başlayan kısmı okumamızı istemişlerdi. İçimden, eyvah dediğimi hatırlıyorum. Yine de okumaya başladık. Bir iki, derken üç defa okuduk. Fakat izah edecek kadar anlayamadım. Hadi bir defa daha okuyalım, dediğimizde jeton düşmeye başlamıştı. O zamanki sevincimin ortağı olmalıydınız. Bazen karşılıklı olarak "şiddetli talep, sâfi, halis kalbin lisanı ile" olunca, açılmaz kapılar açılır, bilinmez sırlar ortalığa saçılır gerçekten. Toplu ve sesli okumanın ayrı bir bereketi, feyzi ve geniş istifade yönü oluyor haliyle. Sağdan soldan katkılar da ayrı bir derinlik katıyor derse.
Fakat eskiden bu fakirde, okuduğunu yorumlama, olmadık çıkarımlarda bulunma, başka mânalar arama hastalığı vardı. Sonra baktım ki bu yanlış. Söylenen açıkça söylenmiş, ilaveye gerek yok. Sadece söyleneni anlamaya çalışmak yeterli. Onun için de nurlarda derinleşmiş bazı abilerin derslerini dinlemek, kitaplarını okumanın ciddi faydalarını gördük. Herkesin istifadesi aynı olmuyor. Bir balinanın bir yutuşta denizden yirmi ton su alışıyla, hamsinin azcık alışı aynı mı? Nurlardan istifade de bunun gibi. Birinin balina keyfiyetindeki ifadesiyle, bizim gibilerin hamsi keyfiyetindeki istifadesi bir değil, aynı olmuyor.
Diğer önemli bir husus da çok okumak. Aynı konu değişik yerlerde, farklı açılardan anlatıldığından, hepsini bir araya getirip okumak da artı feyizlere medar oluyor. Fakat sıralı, mutad okumayı terk etmeyeceksin. Kaçırmadan, atlamadan sıralı okumayı ihmal etmeden yapmak lazım yapacaklarını.
Her neyse böyle bir giriş yapmış olduk. Asıl bir Hannover dersinde işlediğimiz konudan söz etmek istiyorum. Bir hafta Yedinci Şua olan Ayet-ül Kübra Risalesinin başından okuduk. İnkârın zorluğu ve ispat edilemeyeceği, iman ve ispatının kolaylığını Üstad delilleriyle anlatıyor. Dersin özeti iki cümleydi. Birincisi, hani 30. Lem'a'da geçen "Dünyada en ziyade hayret edilecek bir şey varsa o da bu inkârdır" cümlesi; ikincisi de 25. Söz'ün sonuna doğru geçen "Hakikat-ı mutlaka, mukayyet enzarla ihata edilmez" cümlesiydi.
Gerçekten bir insan "Ben inanmıyorum, ilgilenmiyorum, lakayt kalacağım" diyebilir. Fakat "Gerçekten yoktur, vakide yoktur" diyebilir mi? Üstad, bunu bir insanın diyemeyeceğini, yoktur diyenlerin çokluğunun da onların güçlü olduğuna bir delil olamayacağını, bu konuda 1'in de 1000'in de bir olduğunu ve birbirine destek olamayacağını izah ve ispat ediyor. İspatta ise, her delil, bir sergide define taşıyanların birbirine yardımcı olmaları gibi birbirini desteklerken; inkârcıların inkâr gerekçeleri farklı olduğundan, bir hendekten atlayan mesela yüz kişinin birbirine destek verememeleri gibi, toplu bir güç ve delil olamayacağını ortaya koyuyor. Yani hendeği atlarken, 1 de 1000 de aynı zahmeti çekiyor. Birbirlerine kuvvet veremiyor.
İnsanın daha da acib ve hayret edilecek tarafı, mesela bir insanın bir heykeli, heykeltıraşsız kabul edemeyip kendi gibi konuşan, yürüyen, duyan ve koklayan bir acayip makineyi yapansız, ustasız olduğunu ileri sürmesidir. İşte Üstad, buna "Dünyada en ziyade hayret edilecek bir şey" diyor. Bunu hem de okumuş, yazmış bir avukata yazmıştım. Mesela "Hazret-i Musa heykelini, heykeltıraşsız kabul etmiyorsunuz da insanı, nasıl kabul ediyorsunuz; sonra bir harf kâtipsiz, bir iğne ustasız olur mu?" diye sormuştum. Bana "Sizin bilim ile gerçek dünya ile alakanız yok herhalde" diye cevap verdi. Ve minel garaib. Ben de "Herhalde sizin de akıl ve sağduyu ile alakanız yok" diye cevap verdim. Haksız mıyım? Ayrıca "Bilim, ilim dediğimiz şey, sanatı izah ediyor. Biz ise, bu sanatın sanatkârını soruyoruz. Bu, günlük hayatın tâ kendisi olmaz mı?" diye de eklemiştim
Bunun tek bir izahı var. Üstad, geniş şekilde Âyet-ül Kübra'da sebepleri ile izah ediyor. Kısaca incelemeye çalışalım biz de. Evvela inkârı "Bilhassa maddiyatta çok tevaggul eden (uğraşan) ve gittikçe maneviyattan tebâud eden (uzaklaşan) ve nura karşı gabileşen ve kabalaşan ve aklı gözüne inen bir feylosofun inkârâne sözü" olarak görüyor. Bu izah bile inkârın sebeplerini anlatmaya, anlamaya yeter herhalde. Üstadın bu tanımı tam bir günlük hayat ve asır okuması gerçekten. Hem okumuş, yüksek tahsil yapmış birinin "Sanatın sanatkârına, mesela bir harfin kâtibine, bir heykelin heykeltıraşına işareti olur da; senin, yapanına, sanatkârına işâretin olmaz mı?" sorusuna cevap yerine maval okumasını başka türlü anlamak mümkün mü?
Maddiyatla ilgileniyor, önünde, yanında yöresinde hep sebepleri görüyor. Sebeplerle ilerleyen mükemmel işleyişi de görüyor. Fakat aklın vazifesini göze yaptırınca, sanattan sanatkâra intikal edemiyor. Aklı göze inmiş çünkü. Mükemmel bir yapma çiçek için "Kim tasarlamış, çok güzel olmuş, yapılmış" diyor. Fakat kokusuyla, rengiyle, letafetiyle âdeta konuşan gerçek çiçeğin sanatkârı aklına bile gelmiyor. Çünkü gözüyle düşünüyor. Akıl gözde. Gözün vazifesi ise, sadece görmek, sanatkâra intikal değil. Sadece görmek ve sınırlı olan gördükleri ile yetinmek.
Nura karşı gabileşmek de ayrı bir husus. Biz de kısmen öyle değil miyiz? Ne ile daha çok meşgul olursak, diğer şeyleri onun etrafında hizmetçi saymaz mıyız? Böyle arkadaşlar çok gördüm ve hepimiz bu tehlike ile karşı karşıyayız. Gabileşmek ve kabalaşmak tehlikesi her an kapımızda. Dünyada denenmesi caiz olmayan ne var mesela? Bir hafta maazallah namazı biraz ihmal edin, kitap okumayı bırakın. Toparlanmada zorlandığınızı göreceksiniz. Şeytan ve nefis bu işe her an teşne ve sevimli bahaneler üretmede tecrübeli.
Hayatında sanatı görüp sanatkârı aramak gibi bir bakış açısı kazanamamış, Kur'an'la muhattap olup kâinat kitabını böyle mütalaa etmemiş bir insan da gerçekten bu konuda gabileşir ve kabalaşır. Bizim de bazen kabalaştığımız olmuyor mu? Demek bu hastalığın dereceleri var .
Şu tespitede de bakar mısınız? "Masiyete (günahlara) ve maddiyata dalması sebebiyle darlaşan akıllar, azametli (büyük) meseleleri ihata edemediklerinden bir gurur-u ilmi ile inkâra saparlar." Bir öncesinde "gabileşen ve kabalaşan akıl" dedi. Burada ise "darlaşan akıl" ifadesi var. Akıl darlaşınca büyük meseleleri ihata edemiyor. İhata edemeyişini, ihata edemeyince yani anlamayınca inkâra düşüyor. Bunun cevabı nedir? 25.Söz'ün sonuna doğru geçen "Hakikat-i mutlaka, mukayyet enzar ile ihata edilmez" cümlesi.
Cenab-ı Allah'ın ezeliyetini ,zamansızlığı soran arkadaşlara, çeşitli yerleri okuduktan; yaratılmışı, ve zamana kayıtlı zihni, vacip, zamanla kayıtlı olmayan bir zatla kıyasın insanı doğru bir sonuca götüremeyeceğini izah ettikten sonra, bu cümleyi anlatıyorum. İhâta edemeyeceksin arkadaş. İhata edemeyeceğini, anlayamayacağını anlaman, anlamak oluyor o zaman. Aynı cinsten değilsin ki anlayasın. Anlayamayacağını anlayınca, anlamış oluyorsun.
Gurur-u ilmî ise, ayrı ve asrı saran bir hastalık gerçekten. Dindar da olmayan biyoloji âlimi bir profesör, yıllar önce bana "Habipçiğim inkârcılık ve özellikle evrim biyolojiciler arasında moda olarak görülür. Onun için imana yaklaşmazlar.' demişti. Yani ilmî bir gurur ve enaniyet var. "Ben bunları biliyorum." dedikleri, eşyanın sanat yönü ve akıllara hayret veren intizamlı işleyişi. İşte bu sanattan sanatkâra, müdahalemizin dahi olmadığı işleyişten işleticiye intikal etmeye bu işlerin nasıl olduğunu bilmek, engel oluyor. Antika ve acip bir cehalet ve kabalık gerçekten. Buna ilaveten "Muhali mümkün gösteren gaflet ve dalalet ve safsata ve inat ve mugalata ve iğfal ve görenek gibi şeyler" de ilave edilebilir.
Evet dostlar, işte bu inat, kin, safsata, tâ Saadet Asrında bile "Hatem-ül Enbiyanın güneş gibi parlak nübüvvet ve risalet ve iksir-i âzam gibi tesirli i'caz-ı Kur'an'a karşı bigane kalmışlar; hizbu'şeytanın mükâfatsız, çirkin, zayıf desiselerine karşı mağlup olmuşlar. Bizim de garantimiz yoktur elbette. Teyakkuzda olmamız elzemdir bu zamanda.
Selam ve dua ile.