Ayasofya konusunda neredeyse hepimiz aynı fikirdeyiz. Ayasofya açılmalı, yani tekrar ibadet mahalli olmalı. İnşaallah. Bunu dindar olan herkes istiyor. Daha geniş dairede düşünürsem 'sağ' diye isimlendirdiğimiz ideolojik kesim de bu gruba dahil oluyor. Milli Görüş çizgisinden gelenlerin, Ülkücülerin, Nurcuların, Nakşibendilerin, Kadirilerin, Şazelilerin, Rufailerin, hatta belki isimlerini daha duymadığım farklı dinî grupların da bu noktada ittifakı var. Hemfikir olmak bir açıdan güzeldir. Güç katar yapılan eylemlere. Fakat bana aldırırsanız, bir açıdan korkutucudur, çünkü aynı zamanda bu hemfikirlik 'o mesele hiç tartışılmıyor' demektir.
Hoş, sekülerlerin bu noktada mutlaka bize söyleyecek sözleri, yapacak itirazları vardır. Gezi parkındaki ağaç için dünyayı yıkan, Ayasofya'yı nasıl bizim insafımıza bırakır? Büsbütün de muhalefetsiz olduğumuz söylenemez bu nedenle. Ama Ayasofya gibi bir konuda naehil saydığımız bu kesimin sözlerinin bir kulağımızdan girip ötekinden çıkması kaçınılmaz. Onlar bu noktada bizde etkili olamazlar. Gezi'de söylediklerine aldıranımız çoktu. Ama bu noktada aldırmayız.
Bu yüzden kendi muhalefetimizi üretmemiz taraftarıyım. Neden mi bunu istiyorum? Çünkü bazı detayları yeterince tartışmadan süreç işliyor gibi geliyor. Örneğin; Ayasofya'nın açılmasını isteyen grupların tamamı, acaba aynı niyetle mi açılmasını istiyor? Veya hepsi aynı şekilde mi istiyor? Sonuçta olacak şey aynı şey olsa da 'isteyişin içeriği' ile sonucun sağlıklı oluşunun yakından alakalı olduğunu düşünüyorum.
İşte bu içeriğe yönelik tartışma da ister istemez muhalefet demek. Birkaç gündür twitter'da konu hakkında yaptığım paylaşımlar bu noktada fikirlerimin tartışılmaya açık olduğunu gösterdi. Madem tartışacağız. Bunu, bu yazıyla yapalım. Öncelikle; kendim de bir Nurcu olduğum için, Nurcuların neden Ayasofya'nın açılmasını istediklerini, Emirdağ Lahikası'nda geçen, DP hükümetinden bunun talep edildiği iki metni alıntılamak suretiyle konuşmak isterim:
"Haşiye: Eskilerin lüzumsuz keyfî kanunları ve su-i istimalleri neticesiyle, belki de tahrikleriyle zuhur eden Ticanî meselesini ve ağır cezalarını dindar Demokratlara yüklememek ve âlem-i İslâm nazarında Demokratları düşürmemenin çare-i yegânesi kendimce böyle düşünüyorum: Nasıl ezan-ı Muhammediyenin (a.s.m.) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi, öyle de, Ayasofya'yı da beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmektir. Ve âlem-i İslâmda çok hüsn-ü tesir yapan ve bu vatan ahalisine âlem-i İslâmın hüsn-ü teveccühünü kazandıran, bu yirmi sene mahkemeler bir muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de beraatine karar verdikleri Risale-i Nur'un resmen serbestiyetini dindar Demokratlar ilân etmelidirler. Tâ, bu yaraya bir merhem vurmalı. O vakit âlem-i İslâmın teveccühünü kazandıkları gibi, başkalarının zâlimane kabahati de onlara yüklenmez fikrindeyim. Dindar Demokratlar, hususan Adnan Menderes gibi zatların hatırları için, otuz beş seneden beri terk ettiğim siyasete bir iki gün baktım ve bunu yazdım."
İkincisi ise şöyle:
"Ankara'ya bu defa geldiğimin mühim bir sebebi, İslâmiyete ciddî taraftar Dahiliye Vekili Namık Gedik'i görmek ve İslâmiyetin kahramanı olan Adnan Beye ve Tevfik İleri gibi mühim zatlara bir hakikatı söylemektir ki: Hem Demokrata ezan-ı Muhammedî gibi çok kuvvet vermek ve Risale-i Nur'un neşrine müsaadesi gibi çok taraftar olmak ve âlem-i İslâmı, hattâ bir kısım Hıristiyan devletlerini de memnun etmek için, Ayasofya'yı muzahrafattan temizleyip ibadet mahalli yapmaktır. Bu ise, bu mesele için otuz sene siyaseti terk ettiğim halde, bu nokta hatırı için Namık Gedik'i görmek istedim ve geldim."
Her iki metinde de dikkatimizi çeken şey (ilk metinde alıntılamadığım kısmı da katıyorum bu tesbite) Bediüzzaman'ın ilk arzu ettiği; büyük bir kısmı CHP'nin eski vekili olan DP'nin, CHP'den farklı olduğunu hem halka, hem de âlem-i İslam'a göstermesidir. Bu noktada öncekilerin devamı olmadığını ifade etmesinin yolu, öncekilerin yanlış ve yasakçı uygulamalarına son vermesidir. Bunlardan birincisi ezanın aslına dönmesidir, yapılmıştır. (Allah emeği geçenlerden razı olsun.) İkincisi Ayasofya'nın tekrar vazife-i kudsiyesine veya ibadet mahalline çevrilmesidir. Üçüncüsü ise Risalelerin serbestiyetinin ilan edilmesidir. Yalnız ilginç birşey, Bediüzzaman ikinci metinde sadece âlem-i İslam'ın teveccühünü değil, 'hatta bir kısım Hıristiyan devletlerinin memnuniyetini' de zikreder. Peki, bir müzenin ibadet mahalli olması, yani bizim anladığımız şekliyle tekrar cami olması Hıristiyan devletleri nasıl memnun eder? Bu sorunun pek de çalışmadığımız bir alana tekabül ettiğini düşünüyorum.
İki şekilde bunu sorguluyorum: Birincisi; şu an Ayasofya'nın tekrar cami olmasını isteyen gruplardan bazıları bunu gayrimüslimlerden rövanş alır gibi istiyor. Bazısı işi daha ileriye götürüp Batı'ya karşı kazanılmış büyük bir başarı olacağını düşünüyor. Bazısı ise bin yıllık Hilal-Haç mücadelesinin(!) köşetaşlarından görüyor bu meseleyi. Fakat Bediüzzaman'ın burada Hıristiyan devletlere yönelik gösterdiği hassasiyet, onun bu talebinin bir gayrimüslim düşmanlığına veya Batı'ya karşı kazanılmış bir rövanşa tekabül etmediğini gösteriyor. Hatta bu konuda bedduası da sık sık alıntılanan Fatih Sultan Mehmed dahi aslında gayrimüslim hoşgörüsünde çağının çok çok önünde birisi. Kendisini Roma'nın mirasçısı olarak gören bir hükümdar Fatih, sadece müslümanların değil. Bu iki kimlikten herhangi birisi üzerine bina edilmiş gayrimüslim düşmanlığı eksenli bir Ayasofya açılması arzusunun bu açıdan bakınca sağlıklı bir dayanağı yok.
Tabii kullanılan argümanları görmezden gelerek bana "Ne alakası var gayrimüslim düşmanlığıyla bu işin?" diyebilirsiniz. Fakat biraz meselenin yakın tarihini bilenler, Türkiye'de ilk kez 1950 yılında yapılan fetih kutlamalarının nasıl çığırından çıkıp 6-7 Eylül olaylarına sebep olduğunu da bilirler. Bu noktada müslim-gayrimüslim gerilimi üzerine kurgulu bir Ayasofya talebinin sonuçları itibariyle iyi yerlere gitmeyeceği de düşünülebilir. Belki bizzat bu endişeyle Bediüzzaman, âlem-i İslam'ın teveccühü yanında bir kısmı Hıristiyan devletlerin memnuniyetini de söylemiştir.
Burada da hemen bir parantez daha açıp, ilgili taleplerinin hiçbirinde Bediüzzaman'ın Ayasofya'nın cami olmasını 'cami' ifadesiyle talep etmediğini, ibadet mahalli ve vazife-i kudsiyesine çevirmek gibi ikincil bir yorumla cami anlaşılacak tabirler kullandığını görüyoruz. (Ayasofya camii dediği yerlerse, tarihsel kimliğiyle bahsettiği yerler.) Bu, fıkhî zeminini çok bilmemekle birlikte, şöyle bir soru akla getiriyor: Acaba Bediüzzaman'ın hayal ettiği şey, iki din mensuplarının da kendilerine ayrılmış bölümlerde ibadetlerini yerine getirebildikleri bir mekan mı? Dediğim gibi, fıkhî zeminini bilmiyorum. Ayasofya içinde bir oda, bir bölüm de Hıristiyanların ibadetine açılsa, bunun dinde bir sorun teşkil edip etmediğini tartışmalı. Fakat diğer yandan 'acaba' diyorum, "Bediüzzaman'ın 'bir kısım Hıristiyan devletlerin memnuniyeti' dediği şey, böyle birşey mi?"
Yani müzeden camiye değil yalnız, iki dinin mensuplarının da ibadet edebileceği bir ibadethaneye çevrilerek, onların da dindarlarının (ve de Ortadoks devletlerinin) desteğinin alınması mı? Nihayetinde şu bir gerçek ki; Bediüzzaman, mücadele ettiği cepheyi Hıristiyanlardan ziyade ateizm ile ilişkilendiriyordu. Hatta yine Risalelerde Hıristiyan ruhanîlerle birlikte ehl-i ilhada karşı koymaya dair, yani iki din dindarları arasında bu yönlü bir ittifaka dair metinleri bulunuyor. Ayasofya, böyle bir çalışmayla, bu ortak mücadelenin sembolü olamaz mı? Benimkiler sadece soru elbette. Ama üzerinde konuşulmaya değer geliyor. Bu arada şuna da hazır olmalı: Biz böyle diyoruz diye muhtemelen beraber istediklerimizin bir kısmı da bize cephe alacak... Çünkü onlar Hıristiyanlara karşı zafer peşindeler. Memnuniyet meselesi onları da gerebilir. Dedim ya başta: Aynı şeyi istiyoruz ama aynı şekilde değil.