Cumhuriyet döneminin hicran yaralarından bir tanesi de, Ayasofya Camisinin müzeye çevrilmesidir. İstanbul’un fethinden sonra hiçbir kiliseye dokunmayan Sultan Fatih, sadece Ayasofya Kilisesi’ni fethin hatırası olarak ‘’Fethiye Camii’’ne çevirmiş ve burada İstanbul’daki ilk Cuma namazını kılmıştır. Bu durum İslam Hükümdarları için umumiyetle geçerli olan bir uygulama idi. Fethedilen şehrin en büyük kilisesi cami yapılır, kıble tarafına bir mihrap eklenir ve minare ile şadırvan de eklenerek cami olarak kullanılırdı. Bu durum, aynı zamanda fethedilen şehirle ilgili olarak bir ‘’şükür’’ vazifesi yerine geçerdi.
Diğer kiliselere ise hiç karışılmaz ve bu şekilde mensuplarına hizmet etmeleri için gerekli bütün tedbirler alınırdı. Ancak zamanla burada yaşayan halkın Müslüman olması veya kendi talepleri ile başka bir yere göç etmeleri halinde, bu kiliselerin bakımsızlıktan harap olup yıkılmalarının önüne geçmek maksadıyla bunlar camiye dönüştürülür ve bu şekilde mamur ve bakımlı bir halde muhafaza edilirdi.
Sultan Muhammed Fatih, Ayasofya camisinin kıyamete kadar yaşaması ve bütün masraflarının karşılanması maksadıyla geniş bir alanı vakıf olarak vermiştir. Bu mabedi başka bir maksatla kullanmak isteyenlerin üzerine Allah’ın ve meleklerin kıyamet gününe kadar lanet etmesi temennisini de eklediği vakfiye metni şu şekildedir:
“İşte bu benim Ayasofya Vakfiyem. Dolayısıyla kim bu Ayasofya’yı camiye dönüştüren vakfiyemi değiştirirse, bir maddesini tebdil ederse onu iptal veya tedile koşarsa, fasit veya fasık bir teville veya herhangi bir dalavereyle Ayasofya Camisi’nin vakıf hükmünü yürürlükten kaldırmaya kastederlerse, aslını değiştirir, füruuna itiraz eder ve bunları yapanlara yol gösterirlerse ve hatta yardım ederlerse ve kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkarlar, camilikten çıkarırlar ve sahte evrak düzenleyerek, mütevellilik hakkı gibi şeyler ister yahut onu kendi batıl defterlerine kaydederler veya yalandan kendi hesaplarına geçirirlerse ifade ediyorum ki huzurunuzda, en büyük haram işlemiş ve günahları kazanmış olurlar.
Bu sebeple, bu vakfiyeyi kim değiştirirse;
Allah’ın, Peygamber’in, meleklerin, bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen LANETİ ONUN VE ONLARIN ÜZERİNE OLSUN, azapları hafiflemesin onların, haşr gününde yüzlerine bakılmasın.
Kim bunları işittikten sonra hala bu değiştirme işine devam ederse, günahı onu değiştirene ait olacaktır.
Allah’ın azabı onlaradır.
Allah işitendir, bilendir.’’ (Sultan Muhammed Han)
1 Haziran 1453 tarihinde bir Cuma günü ibadete açılarak, 481 yıl süre ile kesintisiz bu kutsi vazifeyi yerine getiren ve İstanbul’un İslamlaşmasının bir nişanesi hükmüne geçen Ayasofya Camisi’nin, 24 Kasım 1934 tarihli bir kararname ile camiden müzeye dönüştürülmesi konusu, bugün bile bütün yönleriyle aydınlatılmamıştır.
Ayasofya’nın Cami olmaktan çıkarılıp müzeye dönüştürülmesi konusunun Lozan’da konuşulduğu ve bununla ilgili bir karar alınarak gizli maddeler arasına konulduğu hususu, bugüne kadar çok sayıda kişi tarafından bir iddia olarak ortaya atılmıştır. Ancak konu ile ilgili olarak meselenin esas içyüzü, bugüne kadar net bir şekilde aydınlatılamamıştır.
Başbakan İsmet İnönü’nün teklifi ve Cumhurbaşkanı Kemal Atatürk’ün onayı ile verilen müzeye dönüştürme kararı, ancak 1 Şubat 1935 tarihinden itibaren yürürlüğe girmiştir. Bu kararnamenin sahte olduğuna dair birçok husus da, halen konuşulmaya devam edilmektedir. Zaten Ayasofya Camisinin imam kadrosu hiçbir zaman lağvedilmemiştir ve bugün bile kadrolu imamı mevcuttur.
Ayasofya Camii'nin müzeye çevrilmesi konusundaki Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün 04.11.1934 tarih ve 94041 sayılı teklifinde ‘’Şark âlemini sevindirmek ve beşeriyete yeni bir ilim müessesesi kazandırmak için müzeye çevrilmesi’’ teklif edildiği belirtilmekte ise de, Genel Müdürlüğün böyle bir yetkisi bulunmamaktadır.
Ayasofya’nın cami iken müzeye çevrilmesi ilke ilgili olarak alındığı söylenen kararnamenin de sahte olduğu konusunda ciddi şüpheler mevcuttur. Zaten vakıf malı olarak tescil edilen bir mülkün, bu şekilde bir tasarrufa tabi kılınması da hukuki olarak mümkün değildir. Bu kararnameye atılan ‘Atatürk’’ imzasının da şekli, bu kuşkuları kuvvetlendiren başka bir delil olarak araştırmacılar tarafından ifade edilmektedir.
Ayrıca Soyadı Kanunu yürürlüğe girmeden üç gün önce, bu kararnameye atılan ‘’Atatürk’’ imzasının da hukuki olarak geçerli olmadığı ifade edilmektedir. Soyadı Kanunu, 27 Kasım 1934 tarihli Resmi Gazete ’de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Ayrıca bu kararın, Resmi Gazete ile Mevzuat dergisinde yayınlanmamış olması da, bu konudaki kuşkuları güçlendirmektedir.
Bu karar ile birlikte Ayasofya Cami’sinin duvarlarını süsleyen Lafzullah, Peygamberimiz(A.S.V) ve dört halifenin isimleri yazılı bulunan tablolar duvarlardan indirilerek dışarı çıkarılmak istenmiş, ancak kapıdan sığmadığı için dışarıya çıkarılamamışlardır.
Yahya Kemal Beyatlı, Osmanlı Devleti’nin iki manevi temelinin Ayasofya’da okunan ezan ile Topkapı Sarayı-Hırka-yı Saadet Dairesi’nde okunan Kur’an olduğunu şöylece ifade etmektedir:
“Bir gün Ayasofya minaresinden ezan okunduğunu işittim. 857 (Miladi 1453) senesinin o sabahından beri asırlarca günde beş defa okunmuş olan bu ezan, hal-i vaki idi. Bu ezanı dinlerken Fatih’i asıl manasıyla ilk defa idrak ettim.
“Yine bir gün padişahların Topkapı Sarayında Revan Köşkünü ziyaret ediyordum. Uzaktan Kur’an okunuyordu. Yavaş yavaş sese doğru yaklaşırken nereden geldiğini ziyaretimde rehber olan zata sordum. Dedi ki: ’Hırka-i Saadet Dairesinden geliyor’
“Peygamberimizin hırkasını sakladığımız cennet gibi yeşil odanın Türkkâri penceresinin önünde durduk. İçeride iki hafız vardı. Biri ellerini kavuşturmuş, gözlerini yummuş, oturuyordu; diğeri diz çökmüş, müsterih ve yüksek bir sesle okuyordu. Rehberime sordum:
‘Hırka-i Saadet önünde Kur’an ne zaman okunur?’ Dedi ki: ’Dört asırdan beri her saat geceli gündüzlü. Yavuz Sultan Selim’in Hırka-i saadeti Mısır’da getirip bu odadaki mevkiine koyduğundan beri kırk hafız nöbetle Kur’an okur. Türk tarihinde bir dakika bile buradaki Kur’an sesi kesilmemiştir.’
“Gezintilerimde bir hakikat keşfettim. Bu devletin iki manevi temeli vardır: Fatih’in Ayasofya minaresinden okuttuğu ezan ki, hala okunuyor. Selim’in Hırka-i Saadet önünde okuttuğu Kur’an ki, hala okunuyor. (1)
Mütareke yıllarında, İstanbul’un işgal edilmesiyle birlikte Ayasofya’nın tekrar kiliseye çevrileceği şayiaları İstanbul’da yayılmaya başlanınca, bu durum halkta büyük bir tedirginlik meydana getirmiş, gönüllü vatandaşlar bu durumun önüne geçmek için kendi aralarında tedbirler almaya başlamışlardı. Ayasofya’nın tekrar kiliseye dönüştürülmesinin ve çan takılmasının büyük özlemini duyan ve İstanbul’da oturan Rumlar ve Ermeniler, Müslüman halkın arasına bu dedikoduyu yayarak, halktaki kuvve-i maneviyeyi kırmak istiyorlardı. Hatta Sultan Vahideddin, böyle bir ihtimal karşısında kendisini korumakla görevli askerlerden bir kısmını Ayasofya’yı korumakla görevlendirmiş ve böyle bir teşebbüs halinde ateş açma emri verilmişti.
Aslında bu koruma görevi de sembolik bir anlam taşımaktan öteye geçmiyordu. Çünkü sayıca ve silah gücü açısından üstün işgal kuvvetlerine karşı yapılacak fazla bir şey olmamakla birlikte, alınan bu tedbir bu konuya gösterilen hassasiyetin ifadesinden başka bir şey değildi.
Ayasofya Camisinin kiliseye dönüştürülmesi gayretleri ile ilgili olarak Emekli General Cemal Karabekir’in bir hatırası da şu şekildedir:
“Mütareke yıllarında ‘İstanbul’un gayr-ı Müslimlerinin Müslümanlara yapmadıkları şımarıklık ve münasebetsizlikler kalmamıştı. Bu meyanda Rum tebaamız, Patrikhane ve İstanbul’daki Yunan kuvvetleri Ayasofya’ya çan takma sevdasında bulunmuşlardı. Bu arzularını müttefiklere bildirmişler, onların bazıları da Yunanlıların bu çılgın arzusunu hoş görmüşler ve muvafık bulmuşlardı. Yunan kuvvetleri başta olmak ve diğer bazı müttefik devletlerin kuvvetleri de onların arkası sıra gelmek üzere, günün birinde ansızın Ayasofya’yı işgal etmeğe ve çan takarak kiliseye çevirmeye karar vermişlerdi. Bu kararı biz Fransızlarda öğrendik. O sırada Ayasofya’nın bahçesinde bir tabur piyade askeri yerleştirilmişti. Bu taburun vazifesi cami-i şerifi muhafaza ve icabında müdafaa etmekti.’’
“Tabur kumandanı binbaşı Muhtar Bey’di. Ben de Harbiye Dairesi 2. Piyade Şubesi Müdürü idim. Bu haberi alır almaz gittim. Muhtar Bey’i de bu durumdan haberdar ettim. Muhtar Bey’in fikrini sordum. Arkadaşlarımla görüşeyim, dedi. Görüştü. Bir gün sonra verdiği cevap şuydu: Taburumuzun zabitleri ile uzun uzadıya görüştük ve şu kararı verdik: ‘İçinde dört yüz seneden beri namaz kılınan bir cami-i şerifi, bahusus Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri gibi, Peygamberimiz(S.A.V) Efendimiz Hazretlerinin medh-ü senasına mazhar olan bir Padişahın, pek büyük ve emsalsiz bir kumandanın emanetini nankör, namert, zebunkuş düşmanlara teslim etmekten ise kahramanca ölmek hayırlı bir vazifedir.’
“Bölüklerin zabitleri bütün efradın fikir ve kanaatlerini sordular. Taburun son neferine kadar ölümü tercih ettiklerini öğrendik. Hepimiz, yani tabur kumandanından neferine kadar bir tecavüz vukuunda sağ olarak camiden çıkmamaya, Kur’an-ı Kerim’e el basarak yemin ettik. Allah’a karşı ahdettik. Biz öleceğiz, fakat ölünceye kadar da öldüreceğiz. Yalnız bir arzumuz var. Biz öldükten sonra cami de yaşamasın. O da bizimle beraber ölsün. Bunu da siz temin edin. Ben şimdi Fatih Hazretlerinin türbesinden geliyorum. Koca Sultanın manevi huzurunda durdum. Taburumun zabitan ve efradı namına ona kararımızı arz ettim. Son nefere kadar öleceğiz, bir tek nefer kalmayıncaya kadar emanetini müdafaa edeceğimize söz veriyoruz, müsterih ol koca Fatih, dedim ve geldim, dedi. Hem kendi ağladı hem beni ağlattı.’’
“Vakıayı amirlerden bazılarına anlattım, muvafık buldular. Derhal taburu takviye ettik, bol miktarda uzun namlulu parabellum tabancaları ile otuz iki fişekli şarjörlerden verdik. Bu suretle o tabancalar dakikada doksan altı fişek atan birer hafif makineli tüfek vazifesini gördüler. Çok miktarda el bombası da verdik. Bundan maada cami-i şerifin münasip yerlerine yuvalar hazırlandı. Oralara tahrip kalıpları kondu. Müdafaa son haddine kadar yapılacak, artık ümit kalmayınca tahrip kalıpları ateşlenecek, hem o anda henüz sağ kalanlar hem de cami binası berhava edilecekti. Bu fedai kahraman tabur, camii içinden müdafaa ederken, hariçten de asker ve ahaliden yardım görmeleri de ayrıca temin olundu.’’
“Pek çok fedai vardı. Bu tertibat bir iki gün zarfında tamamlandı. O günden itibaren tabur zabitanı evlerine izinli olarak gitmekten sarf-ı nazar ettiler. Bu hal ve hazırlığı Fransızlara haber verdirdik. Şayet böyle bir şeye teşebbüs edilirse İstanbul’da büyük bit facia, çok kanlı bir vaka olacak, belki de sebep olanlar herkesten ziyade zarar görecek. Buna emin olmalıdırlar denildi. Öyle tahmin ederim ki, Fransızların ikazı üzerine bunu yapmaya cesaret edemediler.’’
“Muhtar Bey, Sakarya Harbinden biraz evvel Anadolu’ya gitmiş ve harbe iştirak etmiş. Sakarya boyunda bir top mermisinin tam isabeti ile şehit olmuş ve mükâfat-ı maneviyesini görmüştür. Tabur arkadaşlarından birçoğu da aynı rütbe-i şehadeti ihraz etmişlerdir. Cenab-i Allah cümlesini rahmetine gark eylesin.’’(2)
Ayasofya’nın müzeye çevrilmesinden sonra minarelerinin de yıkılması kararı alınmıştır. Kararın uygulanmasından bir gün önce Arkeoloji Müzesi Müdürü Kemal Altan’ın ağlayarak durumu Tarihçi-Yazar İbrahim Hakkı Konyalı’ya anlatması üzerine, bir rapor hazırlayarak ilgililere teslim eden İbrahim Hakkı Konyalı, minarelerin yıkılması halinde ana kubbenin yıkılacağını bildirmiş ve bu rapor üzerine minarelerin yıkılmasından vazgeçilmiştir.
Mukaddes Emanetlerin İstanbul’a getirildikten sonra, Topkapı Sarayı’nda özel Hırka-i Saadet bölümü oluşturulmuş ve bu mukaddes emanetler burada muhafaza edilerek, özel günlerde ziyarete açılmaya başlanmıştı. Yavuz Sultan Selim’in emriyle bu bölüme kırk hafız atanmış ve yirmi dört saat boyunca kesintisiz Kur’an-ı Kerim okunmaya başlanmıştı. Bu güzel gelenek kesintisiz 420 yıl kadar sürmüştü. Peygamber Efendimizin(A.S.V) ruhaniyetine saygının ifadesi olan bu güzel uygulamaya da, yine bu sıralarda sessiz sedasız son verilmişti. 14 Ekim 1979 tarihinde yapılan ara seçimlerde sonra kurulan Adalet Partisi azınlık hükümeti tarafından, 13 Temmuz 1980 tarihinde Hicri 1400 yılının Ramazanının birinci gününde Hırka-i Saadet Dairesinde bu güzel gelenek yeniden başlatılmıştır. 12 Eylül İhtilalinin ardından bu dairede susturulan Kur’anlar, daha sonra yeniden okunmaya başlanmıştır.
Yine, Adalet Partisi azınlık hükümeti tarafından, Ayasofya Cami’sinin Hünkâr Mahfili 8 Ağustos 1980 tarihinde ibadete açılmış, dört minaresinden de ezan okunmaya başlanmıştı. Hem Hırka-i Saadet Dairesi, hem de Ayasofya Camileri bu günlerde büyük bir kalabalığa sahne olmuş, bu durum halkın büyük bir teveccühü ve ilgisine mazhar olmuştu. Ancak 12 Eylül 1980’de yapılan askeri ihtilalden hemen sonra Ayasofya Camisinin ibadete açılan bölümü tamirat bahanesiyle yeniden ibadete kapatılmıştır.
Ayasofya Camisinin bu mahzun hali ehl-i iman tarafından her vesile ile dile getirilmekte, yine asli ve büyük manevi manaları ihtiva eden vazifesine dönmesi için dualar edilmektedir. Bunun da elbette bir vakt-i merhunu vardır ve bu bizim malumatımız haricindedir. Fakat Ayasofya’nın yeniden eski mühim vazifesine döneceği, buralarda namazlar kılınıp, ezan ve Kur’anların okunacağı konusunda en ufak bir şüphemiz yoktur.
Ayasofya’nın yeniden asli vazifesine döndürülmesi, Merhum Muhammed Fatih Han’a karşı da bir vicdan borcumuzdur. Meleklerin ve bütün mahlûkatın lanetinden kurtulmak için de büyük bir manevi fütuhat olacaktır. Sultanahmet ve Ayasofya camilerinin ifa ettiği misyonlar, cami olarak aynı olmakla birlikte, mana olarak çok farklıdır.
Üstad Bediüzzaman hazretlerinin tabiri ile “Ayasofya’nın cami olması, Hristiyanlığın İslamiyet’e devir teslimin de bir nişanesidir.” Muvakkat bir arıza ile buna bir fasıla verilmesi, deccaliyetin büyük bir tahribatının neticesidir ve bu arıza elbette geçicidir. Deccal’ın tahribatını tamir etmekle görevli Hz. Mehdi’nin şakirtleri ve sevenleri, bu geçici arızayı düzeltmek için elbette ellerinden gelen bütün gayreti göstereceklerdir.
Camilerin doluluğu vakit namazları ile değil, Cuma ve Bayram namazları ile ölçülmelidir. Sultanahmet Camisi bu gibi vakitlerde elbette dolmakta ve cemaat sokaklara taşmaktadır. Uygun olmayan mevsimlerde bu şekilde kılınan namazlar için büyük zorlukların da yaşandığı bilinmektedir.
Ülkemize musallat olmuş şer şebekelerin ve dehşetli komitelerin de def edilmesi, tahribat ve zararlarının en alt düzeye indirilmesi için, bu mübarek mabedin yeniden cami olarak müminlerin hizmetine sunulması, elbette büyük bir manevi görev ifa edecektir. Bugüne kadar milletin önüne prangalarla konulmuş ve zincirlenmiş birçok kapının açılması için büyük bir cesaretle kararlar alan Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan ve hükümetimizden böyle bir icraatta bulunmalarını istemek, bu ülkeyi seven ve mümin olan herkesin de bir vazifesidir.
Biz de bu vazifenin ehemmiyet ve manevi büyüklüğünün idrakinde olan vatandaşlar olarak Ayasofya’nın bir an önce manevi zincirlerden ve bu elim hüzünde kurtarılmasını istiyor ve bekliyoruz.
1- Yahya Kemal Beyatlı, Aziz İstanbul, Sayfa:120
2- Vehbi Vakkasoğlu, Bozgun (Bir Devrin Çöküşü), Yeni Asya Yayınları, İstanbul 1977, Sayfa: 223-226