Risale Haber - Haber Merkezi
Tarihçi yazar Mustafa Armağan Zaman'daki yazısında Ayasofya'nın müze olması için M.Kemal'i kimin ikna ettiğini açıkladı.
"Ayasofya davası’nın gündemde tutulmasında fayda var" diyen Armağan, "İstanbul’da yeterince cami mi yok mu ibadet etmek için? Bu kadar cami varken ve birbiri ardınca yapılırken niye ille Ayasofya diye tutturuyorsunuz?" gibi soruların da yabancı kaynaklı olduğunu belirtti.
“Ayasofya bizim olmayacaksa Türklerin de olmayacak!” diyen zihniyetin Ayasofya'nın müze olması için dönemin cumhurbaşkanını da hangi kanalla ikna ettiğini yazan Mustafa Armağan'ın yazısının ilgili kısmı şöyle:
Öte yandan ‘Bol bol cami var, onlar yetmedi de bir Ayasofya’ya mı kaldılar?’ yavanlığının apaçık ‘emperyalistçe’ bir yaklaşım olduğunu da buraya yazıyorum. Yazımın sonunda bu emperyalistlerin bu zekice ‘tüyo’yu kimden, daha doğrusu hangi ‘düşman’dan apardıklarını da öğrenmiş olacaksınız.
Bugün bizde Ayasofya’nın yeniden cami yapılmasını isteyen geniş bir kitle nasıl hassasiyetle bu meselenin üzerine eğiliyorsa, aynı şekilde yurtdışında kilise yapılması için çalışanlar da eksik değil ve bu kilise yapılması talebinde bulunanların –daha öncesini saymıyorum- Balkan Savaşları’na (1912-3) kadar uzanan ilginç bir mazisi var.
20. yüzyılın ilk yılındayız. Kraliçe Elizabeth’in elmas jübilesi için Giggleswick adlı bir şapel (küçük kilise) yaptırılır. Şapelin içi, Ayasofya’nın küçültülmüş bir kopyasıdır adeta. İngiliz emperyalizminin Ayasofya’ya duyduğu ilginin hangi düzeye ulaşmış olduğunu bu örnekten anlıyoruz.
Balkan ve 1. Dünya savaşlarında Ayasofya, ABD’nin ilgi alanına girmeye başlar. Bulgarların 1912’de İstanbul’a girmelerine ramak kala Ayasofya’nın Bulgarlar tarafından kilise yapılacağına dair umutlar uyanır.
Derken Çanakkale Savaşı öncesinde İstanbul’un Ruslara bırakılacağı ve Çanakkale geçilirse Ayasofya’nın kubbesine çan takılacağı söylentileri New York gazetelerine kadar yansır. Çanakkale günlerinde İngiliz gazeteleri, İstanbul’a girilirse Ayasofya minarelerinde hilalin yerini haçın alacağı haberleriyle dolup taşar. Çanakkale’yi geçilmezleştiren ecdadımız, aynı zamanda Ayasofya’nın Haçlıların eline teslim edilmemesini de engellemişlerdir anlayacağınız.
Ayasofya’nın büyüsü İngilizler ve Amerikanlarla sınırlı değildi kuşkusuz. Ruslar da sabırsızlanıyorlardı haç dikme töreninde bulunmak için. Ne de olsa İtilaf devletlerindendi ve İstanbul ve boğazlar kendilerine bırakılmıştı, tabii nazlı Ayasofya da. Filozof Prens Trubetskoy’un da rüyalarında Ayasofya geçit resmi yapıyordu. Tabii ah bir Çanakkale geçilseydi! (Bizdeki ‘Ah şu Çanakkale geçilseydi!’ diyenlerin DNA’larında bir tarihte ‘çift zincir kırılması’ yaşandığını söylemek çok yanlış olmaz.)
1918’de Osmanlı Devleti güney cephesinde yenilince teslim oldu ve İtilaf kuvvetleri soluğu İstanbul’da aldılar. Tabii İngiliz zırhlılarının ilk yanaştıkları yerin Ayasofya’nın en yakın limanı olduğunu tahmin edersiniz. Tıpkı Allenby’nin Kudüs’ü işgalden sonra Mescid-i Aksa’ya gitmesi gibi İngilizler de Ayasofya’daydılar. Hedefe çok ama çok yaklaşılmıştı. (MelanieHall (ed.), Towards World Heritage, Ashgate, 2012, s. 53-4.)
İşte tam o günlerde Londra semaları Ayasofya’nın yeniden kilise yapılacağı çığlıklarıyla yankılanıyordu. Lozan’da İsmet Paşa’ya ‘Ne istedilerse verdim’ dedirterek İngiltere’nin bizden (Osmanlı’dan) her istediğini koparmayı başaran Lord Curzon, Dışişleri Bakanı olmadan bir gün önce, 2 Ocak 1919’da bir memorandum kaleme alır. İsmi ilginçtir: “Constantinople’un Geleceği.”
Curzon Türkleri Avrupa’dan, dolayısıyla da İstanbul’dan kovmak gerektiğini söylüyor ve ‘Yarın öbürgün’ diyordu: ‘İtilaf devletleri İstanbul’u Türklerden temizlerlerse kimse şaşırmasın’. Türkler beş asırdır Avrupa’ya yalnız çılgınlık, entrika, çürüme getirmişti. Türklerden zulümden başka bir şey görmemişti medeni kıta. Taslarını taraklarını toplayıp gitmeliydiler. Bu veba mikrobu mutlaka temizlenmeliydi. Dünya büyük çözümler bekliyordu (İngiliz Dünya Düzeni’ni demek istiyor), dolayısıyla kötülüğün en öldürücü köklerinden birini (“Türk’ü”) yeryüzünden silip atmak gerekiyordu. Curzon’a göre Türkler İstanbul’dan kovulmalı ve hilafet kaldırılmalıdır.
Derken sözü Ayasofya’ya getirir ve özetle şöyle der: “İmparator Jüstinyen’in muhteşem Bizans mabedi (…), tabiatıyla aslî dinine geri dönecektir. Öte yandan Müslümanlara yetip de artacak miktardaki İstanbul’un muhteşem camilerinin varlığı garanti edilecektir.” (Robert S. Nelson, HagiaSophia, 1850-1950, Chicago Üni. Yayınları, 2004, s. 121-2.)
İşte bugün ‘Koca İstanbul’da Müslümanlar için ibadet edecek yer mi kalmadı?’ diyenlerin kulaklarına üfüren kimmiş iyi görün.
İstanbul verilecektir ama kime? Damat adayları çoktur, işin içinden çıkılamaz ve Sevr, İstanbul’u Osmanlı’ya bırakır, dolayısıyla Lozan’da da tartışılmaz. Planlar suya düşer. 1923’te Ayasofya’da hâlâ beş vakit namaz kılınmaktadır. Üç yıl sonra emperyalist Thomas Graham Jackson şöyle yakınır:
“7 yıl geçti, İstanbul hâlâ Türklerin elinde ve Türkler, dünyanın onların yerine kimin konulacağı noktasında anlaşıncaya kadar da burada kalacak gibi görünüyorlar!”
Demek dünya Türklerin yerine kimin getirileceğinde anlaşırsa pekâla mümkün. İstanbul ve Ayasofya’nın kilise yapılması yani.
Ayasofya bugün kilise değil çok şükür ama cami de değil. Bu fikrin kimden geldiğinin izini de takip edersek İngiltere’deki Helen (Yunan) severlerin savaş yıllarında ortaya attıkları formül bir Yunan şarkısına yansıdığı şekliyle şöyleydi:
“Ayasofya bizim olmayacaksa Türklerin de olmayacak!”
Curzon 1924 yılında ölmüştü ama Crane ailesi gibi petrol kralları ve Rockefeller gibi mültimilyarderlerin desteklediği Amerikan Bizans Enstitüsü’nün Atatürk’ü ikna gayretleri 1935’te hedefine ulaşacak ve “Haç da değil, hilal de” denilerek 1400 yıllık mabet laikleştirilecekti.
Suflöre dikkat!