On dokuzuncu yüzyılla birlikte fikir dünyamız ilhamını Batıdan almış pek çok fikir akımının birbiri ardınca arz-ı endam ettiği bir sahneye dönüştüğünde, Batı karşısında sorguladığı kendi özüne burun kıvıran “Münevver” bir kesimle de tanışmış olacaktı aynı zamanda.
Ancak, ileride Cumhuriyet döneminin getirdiği reform faaliyetlerinden de payını alarak “Aydın’a” evirilecek olan söz konusu münevver ya da aydın tip; eski düşünürlerden farklı olarak, -tıpkı Batılı öncülleri gibi- teoride hakikati bulabilmeyi, pratikte ise daha iyi bir toplum ve daha iyi bir dünya için teşhis, tedavi ve düşünce üretimi faaliyetlerine girişebilmeyi (hatta bunlarla ulaştığı sonuçlar gerektirdiğinde politik eyleme de kalkışmayı) kendisine gaye ve misyon olarak belirlemiş yeni bir tipti de toplum için.
Ne var ki, belki en iyimser bir tasnifle ‘aydın sorumluluğu’ ile tarif edilebilecek ve aslında duyarlılık, fedakarlık, sorumluluk gibi ideal pek çok vasfın işareti de demek olan bu tavrın devamı ise; her defasında ya “aydın küsmesi”, ya da “aydın despotizmi” gibi ‘olağan’ hallerle final bulacaktır neredeyse.
Bu sebeple, Tanzimat sonrası ve özellikle de son yüzyıllık fikir hayatımız; toplum sathında bir ‘avam-havas’ uyuşmazlığının ve giriştiği ‘aydınlatma’ çabalarına karşılık, hemen her defasında toplumca ‘küsmek zorunda bırakılmış’ aydınımızın hüzünlü tarihidir de aynı zamanda.
Peki düşünce dünyamızdaki sayısız örneğiyle bu “Aydın küsmesinin” nedeni halkın güzele, iyiye, aydınlığa ve ideal olana karşıtlığından ya da ‘adam olmazlığından’ mıdır; yoksa bu durumun pek önemli (ve her nedense) aydınımızın ‘gözünden kaçan’ başka hayatî nedenleri mi bulunmaktadır?
İşte bu sorunun cevabı, sanırım bahsi geçen “aydın” modelinin asırlık sorunlarımızdaki mutlak payını olduğu kadar; belki bu sorunlarla yüzleşmemizin getireceği olası sosyolojik değişimlerde bu kez hangi veya nasıl bir modelden “tamir ve teskin” vazifesi bekleyebileceğimizi de anlatacak niteliktedir.
Fakat bu önemli sorunun cevabı için önce “Aydınlanma” ve “Aydın” kavramlarının özellikle de “bizdeki yansımalarına” göz atmak ve bir asrı aşkın süredir ‘ipleri eline almış’ olmasına rağmen aydınımızın toplumuyla kaynaşamamasındaki en önemli nedenleri irdelemek, ulaşabileceğimiz sonuçların sıhhati noktasında başat bir etkiye sahip olacaktır.
Aydınlanma’dan bize yansıyan
Öncelikle, Batılı ve kendisini Rönesans’la başlayan bir takım ekonomik, bilimsel, felsefî değişimlerin ürünü sayan bir olgu olarak Aydınlanmanın, aynı değişimi yaymayı amaçlayan misyonu gereği, Batılı olmayan tüm toplumları da kendi yaşama biçimine ulaşabilecek toplumlar olarak gördüğünü belirtmek gerekiyor. Aydınlanmacılığın bu gayesine göre; Batılı olmayan toplumlar, Batı’nın Rönesans’la başardıklarını çok kısa bir sürede gerçekleştirmek zorundadırlar. Dolayısıyla o tip toplumlara -özellikle de, bu süreçle birlikte Batı’nın bir anlamda kendi gözünde daha da ‘doğululaştırdığı’ doğu toplumlarına- aktif bir müdahale gerekmektedir. Bu müdahaleyi gerçekleştirmek için ise o toplumların içerisinde “aydınlanmış modern toplumu” kavramış kesimlere, yani bir “intellijensiya’ya” ihtiyaç duyulmaktadır elbette.
Üstelik Aydınlanmacılığın bu tipi, önceki dönemlerin çoğunlukla “bilgi hazcısı” entelektüellerinden farklı (ve etkili) olarak; “Aydın sorumluluğuyla” hareket etmeyi ve yukarıda da geçtiği üzere, teoride hakikati bulabilmeyi, pratikte ise daha iyi bir toplum-dünya için fikrî çaba ve politik eylem geliştirmeyi gaye edinmiş bir aydınlanmacılık tipidir aynı zamanda da.
Ne var ki, Aydınlanma dediğimiz bu olgu kendi bünyesinde çok çeşitli düşünce akımlarını barındırmış olmasına karşın; bizde daha çok, bu düşünce akımlarından birisi Aydınlanma’nın kendisi olarak algılanmıştır sadece.
Bu ise, aydınlanmanın Fransız versiyonlu “Batıcılık” akımından başkası değildir elbette.
Diğer bir ifadeyle, Tanzimat sonrası ortaya çıkan ve yukarıda da bahsi geçen Aydınlanmacı-Batılı entelektüel tipin Osmanlı fikir çevrelerindeki ilk yansımaları diyebileceğimiz “münevverlerin” benimsemiş oldukları “Batıcı, İslamcı, Turancı, Osmanlıcı” gibi fikir akımlarından “Batıcıların” iktidarı elde etmiş olmaları; bizde, söz konusu fikir akımlarından sadece “Aydınlanma’nın Fransız versiyonunu benimsemiş olanının” Aydınlanmanın kendisi olarak lanse edilmesi sürecini de beraberinde getirmiştir.
Hal böyle olunca da, dünün “münevveri” yeni (hatta dar) bir tip ve ifadeyle “aydına” kolayca evirilebilmiş, söz konusu ‘aydınlık payesi’ ise, haliyle “sadece Batıcılığa” hasredilmiştir. Ve buna göre örneğin İslamcı, Osmanlıcı, Türkçü vb. olmak ise, aydın olmaya engel ‘gerici’ ve ‘karanlıkçı’ hasletler olarak ezber edilmişlerdir çoğu zaman.
Aydınımızın ‘bizdenliği’
Toplum ve insanlık karşısında sorumluluk yüklenen ideal bazı vasıflarına rağmen, Aydınlanmacı “münevver ya da aydın” tipin kendisine dünya görüşü olarak benimsediği temel ideolojileri ve eylem metotları; bu kesimin Osmanlı ve Müslüman toplum tabanlarınca ‘bir türlü’ benimsenememesindeki başlıca faktörlerden de birisidir tam olarak.
Zira bu yönüyle 18. yy. entelektüellerinin çoğunluğunu dahi temsil eden bu entelektüel tipe göre, hakikate ulaşabilmek ancak ‘bilimsel hakikat’ olan akıl ve deney senteziyle mümkündür!. İşte bu inanışının da etkisiyle, bir Aydınlanma dönemi karakteristiği olan “dini ve metafiziği dışlayan-devre dışı bırakan” Pozitivist-Seküler düşünce yapısını benimsediğindendir ki, genel itibariyle bu aydın tip, teşhis edebilmeyi başardığı sorunlara karşı ileri sürdüğü ‘reçetelerde’ ilk çare olarak yine “bilimsel düşünceyi” öngörmüş bir zihin yapısına sahip durumdadır.
Üstelik söz konusu bu aydın tip, toplum için yapılması gereken “doğruların” ne olduğunu kesinlikle bildiğinden emin olduğu gibi, bunu başkalarına bildirmenin ve topluma bu doğrultuda müdahale etmenin bir ödev olduğuna da inanmaktadır.
O, “başka doğruların” ve de bunları benimseyenlerin olabileceğini hazmedemeyecek derecede dogmatizme kaymış zihinsel arka planıyla; “evrensel” ve “tek” doğru gördüğü kendi doğrusunu topluma dayatmakta, topluma yol göstermekte ve toplumu eğitmekte ısrarlıdır da aynı zamanda. Zihnindeki “daha iyi toplum projesine” öylesine inanmaktadır ki, toplum realitesinin bu projeye uygun olup olmadığı şeklindeki bir soru bile onu rahatsız edecektir çoğu zaman. O, bu realiteyi kendi özgünlüğü ve kökenleriyle anlamak ve çözüm önerilerini de buna göre geliştirmek yerine, zihninde tasarladığı yapıyı topluma dayatmakta oldukça ısrarlıdır. Bu ‘ideal yapı’ topluma uymadıkça hüsrana uğraması ve öfkelenerek söz konusu yapıyı değil de toplumu suçlaması hep bu sebepledir.
Batı’nın, Rönesansla birlikte şekillenen yeni düşünce formunu Batılı olmayan ülkelere de ihraç edebilme yolunda öncü gördüğü işte bu ‘misyoner’ entelektüel kesim, aslında on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda ‘Orta Doğu’nun’ neredeyse her tarafında tekrarlanan bir elit oluşumu sürecinin “saldırgan kendini beğenmişlik ve kendine fazlaca güvenmişlik” genel modelindeki tasvirle de pek uyuşmaktadır.
İşte, Osmanlı fikir dünyasının Tanzimat’tan sonra karşılaşmaya başladığı entelektüel tip de, bu (Aydınlanma sonrası Batılı, pozitivist-seküler, üsttenci ve gerektiğinde aksiyoner) entelektüel tiptir tam olarak. (Şu da var ki, ‘nadirattan da olsa’, o dönemlerde gerek insanın ve gerekse de varlığın zihinselci süreçlerle anlaşılamayacağını savunan ve de akılcılığı ve bilimciliği eleştiren bir diğer “anlama, sorgulama, eleştirme ve düşünce üretme” çabalarının faili entelektüel tipten bahsetmek de mümkündür elbette.)
Bu bilgiler ışığında, bizdeki baskın “münevver veya aydın” tipin siyaset, düşünce ve toplum tarihimizce de pek tanıdık kimi başat özelliklerini şöylece sıralamak mümkündür belki de:
-Batıcı, üsttenci ve Pozitivisttirler, bu sebeple pek çok edebî metne ilham veren trajikomik yasakların ve korkuların faili olacak derecede de, dine mesafelidirler,
-Buna bağlı olarak, toplumsal sorunlara karşı geliştirdikleri reçetelerde ilk ‘deva’ olarak dogmatik bir bilimselciliği öngörürler,
-Ferdiyetçi, otoriter ve (çoğunlukla) elit nitelikleri yanında, kimi zaman oligarşik özellikler sergileyebilecek derecede bürokratiklikleri ve bu özelliklerin muhafazası uğrunda gerektiğinde “vesayetçilikleri” dahi söz konusudur,
-Modernle çatışan her türlü geleneğe karşı, kendilerini büyük çoğunlukla radikal ve genellemeci karaktere sahip çözüm önerileriyle tanıtmışlardır,
-Çoğu kez makam, rütbe, servet, meslek veya asalet sahibi olmakla, batılı anlamıyla özgür düşünceli entelektüellik arasında kalmışlardır,
-Kendilerine yükledikleri sorumlulukları ve kurtarıcılık tavırları söz konusudur.
Bu ve benzerî özellikler, Batı kaynaklı modernleşme projesinin bizdeki öncülüğünü üstlenen “münevver veya aydınımızın” aslında hep “intellijensiya” olarak kaldığını, dolayısıyla sosyal hiyerarşideki yeri veya sosyal statüsü sabit olmayan bir “entelektüele” dönüşemediğini de izah eder niteliktedirler bir bakıma.
‘Yeni’ bir model
Türkiye özelinde günümüz Müslüman toplumları için dahi su götürmez bir hakikattir ki artık, Batıcı ve Batılı aydınlanma modeli/aydını ‘vakıası’, toplumsal gerçeklik dediğimiz olguyla uyuşamamış ve sorunların teşhis ve tedavisinde genel kabul görememiş durumdadır.
Neredeyse iki asırlık mazisine, moderniteden gördüğü her türlü desteğe ve sahip olduğu tüm resmî imkanlara rağmen toplumsal kimliğe bir türlü tam olarak hakim kılınamayan bu söz konusu vakıa; bu zaman süreci içerisinde toplumca ulaşılabilmiş her türlü araçla, her fırsatta muhalefet edilmiş bir ‘loser’dır da aynı zamanda.
Bu nedenle, artık yüz yüze gelmiş olduğumuz ve arka planında ‘tavanın’ ağırlıklı mesuliyetinden söz edebileceğimiz sorunlarımızın pek çoğu; bizi, aslında aydınımızı intellijensiya olarak kalmaya da mahkum eden o malum özelliklerinden çok daha farklı niteliklere sahip, “taban” orijinli ve ‘yeni’ bir “hakikat talibi” modelini görmeye de mecbur bırakmaktadır. Öyle ki, sadece yabancısına yeni bu hakikat talibinin özelliklerini aydınımıza da kıyasla aktarmak gerekirse, O:
-“Batıcı, üsttenci, Pozitivist ve dine mesafeli olma” yerine;
*Kökenleriyle barışık bir modernlikten yanadır. Zamanın ruhunu iyi okumak ve asrın insanının anladığı dili anlayabilmek suretiyle ne gelenekçi, ne de modernist fakat ikisini de birleştiren bir “yeni gelenekçidir” o.
*Özellikle de “bu benlik ve enaniyet asrındaki” sosyal ilişkilerinde ve insanlara yönelik hitabında ne büyüklenmecilik ve üsttencilik, ne de egoları tahrik ve tahkir söz konusudur. Genele yönelik üslubunu ve tavrını “şefkat yolunun” da bir gereği olarak “empati”; yakınına hitabını ise ayriyeten “Ey Kardeş” ve “Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz” yaklaşımları belirlemektedir.
*Onun belki de en belirgin özellikleri “ihlas ve tevazu” olarak öne çıkmaktadır.
*O, “hakikatin tecellisi” ana gayesi yolunda, sekülarizmin araçsallığından kurtarılmış bir bilimi “aklın nuru” olarak gördüğü gibi, bu “nuru”, “vicdanın ziyası” olan dinî ilimlerin en önemli bir “yardımcısı” da sayar,
*Onun en büyük gayesi rıza-ı İlahîdir, dolayısıyla hayata ve kainata bakışı da din ve iman hakikatleri penceresindendir. Dini için ise, “Dine zarar gelmesin, ne olursa olsun” diyecek derecede fedakar ve korunmacıdır.
-O, topluma ve bireye yönelik reçetelerinde dogmatik bilimselci ‘çareler’ yerine; insanı ruhu ve vicdanıyla birlikte ele alabilen ve dahi, maddî-manevî her iki kanadına birden hitap edebilen devalar sunmaktadır.
-‘Otoriter fakat ferdiyetçi’ tavır ve yöntemleri yanında, neredeyse oligarşik denilebilecek bir bürokratikliğin ve bağıl vesayetçiliğin tam aksine, o:
*Modern insan egosunun da farkında olarak, hak namına dahi olsa her türlü despotizmden kaçınan ve bu anlamda “istibdat zulüm ve tahakkümdür” diyebilen;
*Bir hizmet aracı olarak gördüğü resmî/özel kurumlar karşısında -bireysel hakları muhterem görmekle birlikte “bireyselci” olmayan ve- “kişinin himmeti milletidir” anlayışıyla cemiyet şahs-ı manevisini önceleyen;
*Şahıs veya zümre oligarkını netice verecek uygulama ve kanunlara karşı “hükûmet hizmetkardır” anlayışını nazara veren;
*“Meşveret” ve “Şura” gibi devalara başvuracak olan toplumların vâsilere bir ihtiyaçlarının da olamayacağını ders veren bir yaklaşımı esas almaktadır.
-Modern olma gayesini kutsar derecede geleneği reddeden radikal söylem ve toptancılığa karşı, o;
*Değerlerinde tavizsiz olmakla beraber, gerektiğinde “muktezâ-yı hâle mutabık” söz ve davranışlarıyla toplumsal gerçeklikleri göz ardı etmeyebilen,
*Temel hak ve aidiyetlere karşı (örneğin anadile: “şecere-i tuba gibi bir şecerenin tecellisine müstaid” diyebilecek derecede) saygılı ve hak tanıyıcı “kavl-i leyyîn” bir dil kullanan,
*Bir ferdin hukukunu, bütün insanların hukuku için de olsa feda etmeyip gözetecek “Adalet-i mahza” prensibinin ve de “Bir cani yüzünden; onun kardeşi, hanedanı, çoluk-çocuğu mes’ul olamaz” kat’i kaidesinin gerektirdiği üzere; toptancılığı ve genellemeciliği oldukça sakıncalı bir halet olarak gören bir anlayışa sahiptir o.
-Şahsî çıkarı ve ikbaliyle inandığı değerler arasında kalma bir yana; bilinçli şekildeki söylem-eylem çelişkilerini ve inandığı değerleri şahsî hatta millî çıkarlarına dahi alet etmeyi, en çekindiği iki hal olan “münafıklıkla ve şirkle” eşdeğer gören,
-Kendisini kurtarıcı görme yerine;
*“Muhatap, asi nefsimdir” ve “ben nefsimi herkesten ziyâde nasihate muhtaç görüyorum” gibi ihtarlarla “kendi nefsini ıslah” gayesini en birincil ödevi bilen,
*Söz konusu bu ödev yedeğinde çevresini ve insanlığı “kurtarmakla değil”, onlara sadece “doğruyu aktarmakla” sorumlu olduğuna inanan,
*Ve en nihayetinde, hakikatin tek fakat veçhelerinin çokluğa sahip olduğu gerçeğiyle, yorum noktasında bireyin rolünün önemini vurgulayan bir çoğulculuktan da yana bir modeldir söz konusu olan model.
Şüphesiz, ana hatlarına daha pek çok maddenin de eklenebileceği böylesi mukayeseler bize her defasında gösterecektir ki; bu topraklarda toplumuyla barışık, onun değerlerine hürmetkar, dertlerini teşhis edebilen ve belki de en önemlisi, kendisini o toplumdan üstün görmeyenler haricinde hiçbir modelin ya da hareketin “sadre şifa” olmasına imkan bulunmamaktadır.
Bunu, yakın dönemin en büyük yangının toplumsal bir sorunu teşhis ederek ve de nispeten halktan yana bir söylem kullanarak taban bulabilmesinden; fakat toplumunun değerlerine hürmetkar davranmayan o ‘aydınlanmacı’ tavrı ve eylemi sebebiyle, bugün gitmek zorunda kaldığı söylem, eylem ve hedef değişikliklerinden de okuyabiliriz pekala.
Ezcümle, devir, uygun gördüğü olmayınca kızan, küsen, hakaret eden ‘yurdum aydınının’ değil; ‘en azından’, başka yangınları engelleyebilecek özellikleri sebebiyle dikkatle ve ciddiyetle dinlenilmeyi hak eden o ‘yeni’ modelin devridir artık.
Ve bu hayatî gerçek, sırf toplumun selameti için dahi olsa, dileriz hakkıyla görülür artık...
Yararlanılan Kaynaklar:
-Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lahikası, Sözler, Mektubat, Lem’alar, Mesnevi-i Nuriye ve Münazarat.
-E. Edmonson Ramsour, Genç Türkler ve İttihat Terakki, (Çev. Hacasan Yüncü), Kayıhan Yay., İst.2001.
-Şerif Mardin, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, (Çev. Mümtaz’er Türköne- Fahri Unan- İrfan Erdoğan), İletişim Yay., İst.1998.
-Türk Modernleşmesi, İletişim Yay., İst.1997.
-Doğan Özlem, Bilim, Tarih ve Yorum, İnkılâp Yay., İst.1998.
-Edward Said, Oryantalizm, (Çev. Nezih Uzel), İrfan Yay., İst.1998.
-Nevzat Tarhan, Çağın Vicdanı Bediüzzaman, Nesil Yay., İst.2012.
-Alaaddin Başar, Sorularla Risale-i Nur Dersleri 1, Zafer Yay., İst.2009.
-Metin Karabaşoğlu, Saidleri Ararken, Karakalem Yay., İst.2004.