Dinin ruhunda ve özünde zorlama yoktur. Çünkü zorlama dinin ruhuna zıttır. İslâm irade ve ihtiyarı esas alır ve bütün muâmelelerini bu esas üzerine kurar. İkrah ile yapılan bütün amel ve fiiller ister inanç, ister ibâdet ve isterse muamele açısından kat'iyyen makbul ve muteber kabul edilemez. Zaten böyle bir durum, "Ameller niyetlere göredir." prensibine de uygun düşmez.
Din, kendi meseleleri için ikrahı caiz görmediği gibi, başkalarının İslâm'a girmelerini de ikrah esasına dayandırmayı hoş karşılamaz. O, muhatabını tamamen serbest bırakır. Meselâ zımmîler cizye ve haracı kabul ettikten sonra, İslâm dini onların hayatlarını garanti eder. Evet, İslâm'da musamaha ufku bu derece geniştir.
Zaten din, zorla kabul edilebilecek veya zorla kabul ettirilebilecek bir sistem değildir. O'nda her şeyden önce îmân esastır. Îmân ise, tamamen vicdanî ve kalbe ait bir meseledir. Hiçbir ikrah teşebbüsü kalb ve vicdana tesir edemez. Dolayısıyla insan ancak içinden geliyorsa ve gönlü imana yatkınsa îmân edebilir. Bu ma'nâda da dinde zorlama yoktur.
Hz. Adem (as)'den günümüze kadar, din hiç kimseyi dehâlete zorlamamıştır. Bu mevzûda zorlama daima küfür cephesinin ahlâkı olmuştur. Onlar insanları dinlerinden çıkarmak için zorlamışlardır; fakat hiçbir mü'min bir kâfiri zorla Müslüman yapmaya çalışmamıştır.
Burada akla, şöyle bir soru daha gelebilir: Kur'ân-ı Kerim'de kıtâl ve cihadın farziyetiyle alâkalı birçok âyet mevcuttur. Peki bunlar bir ma'nâda zorlama değil midir?
Hayır, değildir. Çünkü, cihad, karşı cepheye ait zorlamayı bertaraf içindir. Böylece insanlar, İslâm'ın değişmeyen bir kâidesiyle girdikleri İslâm dinine kendi arzu ve iradeleriyle gireceklerdir. İşte İslâm'ın farz kıldığı cihadla, böyle bir anlayışa zemin hazırlanmış olacaktır. İrade hürriyeti, İslâm'ın cihad emriyle yerleşmiştir.
Bu meseleyi bir başka açıdan da şöyle bir değerlendirmeye tâbi tutabiliriz:
Bu âyetin hükmü belli devrelere aittir. Belki her kemal ve zeval fâsılalarının da birbirini takibinde bu devreler yine bulunacaktır; ama, hüküm sadece o devreye münhasır kalacaktır. Nitekim Kâfirûn sûresinde bildirilen
"Sizin dininiz size, benim dinim de bana."
hükmü de aynı şekilde belli bir devreye mahsustur.
Bu devre ve bu dönem, meseleleri çözme ve anlatma dönemidir. Meseleler sözle anlatılacak ve kabulde muhatap kat'iyyen zorlanmayacaktır. Ve yine bu dönem, başkalarının dalâlet ve sapıklığıyla ilgilenmeme, onları tahrik etmeme ve kendi hidayetini muhafaza ile ferdî hayatında dini tatbik etme dönemidir. Bu dönem ve devrelere ait hükümler ise, bütün zaman dilimlerine şamil değildir; tabiî bu ma'nâda şamil değildir. Yoksa bu hüküm artık hiçbir zaman tatbik edilmeyecek demek yanlış olur. İslâm'ın her devresinde böyle bir zaman parçası -realite olarak- yaşanmıştır ve günümüzde de yaşanmaktadır.
Ancak aynı âyetin bütün zaman dilimlerini kuşatan bir hükmü daha vardır ki, bu hüküm her zaman ve zeminde geçerliliğini devam ettirecektir. O da İslâm diyarındaki azınlıklara ait hükümlerdir ki, hiç kimse İslâm dinine girme mevzuunda zorlanmayacaktır. Herkes kendi dinî inancında serbest olacaktır.
Tarihe bir göz attığımızda açıkça görürüz ki, bizim aramızda daima Yahudi ve Hristiyanlar bulunmuştur. Batılıların bu mevzûdaki itiraflarına göre, Hristiyan ve Yahudiler kendi devletlerinde bile, bizim içimizde yaşadıkları kadar aziz yaşayamamışlardır. Onlar zimmetimizi kabul ederek cizye ve haraç ödemişler; Müslümanlar da onları teminat altına alıp korumuşlardır. Fakat hiç bir zaman onları İslâm dinine girmeye zorlamamışlardır. Düne kadar bunların hususi mektepleri vardı ve kendilerine ait hususiyetlerin hepsini, dinî âyin ve yortularına varıncaya kadar muhafaza ediyorlardı. Bizim en muhteşem devirlerimizde dahi onların yaşadığı muhite girenler, kendilerini Avrupada zannederlerdi. Hürriyetleri bu kadar genişti. Sadece bizi iğfal etmelerine imkân ve fırsat verilmemiştir. Evet, gençlerimizi ve kadınlarımızı saptırmalarına göz yumulmamıştır. Bu da bizim kendi toplumumuzu korumamızın gereğidir.
Bu kabil dinin caydırıcı bazı hükümleri, hiçbir zaman dinde zorlama değildir ve sayılmamalıdır da. Bu gibi hükümler, serbest iradeleriyle dine girenlere aittir ki, onlar da zaten bu hükümleri kabul etmekle İslâm'a girmişlerdir. Meselâ, bir insan, İslâm dininden irtidat ederse ona mürted denir ve verilen süre içinde tövbe etmezse öldürülür. Bu tamamen daha önce yapılmış bir akde muhâlefetin cezasıdır. Ve tamamen sistemin muhafazasıyla alâkalıdır. Devlet, belli bir sistemle idare edilir. Her ferdin hevesi esas alınacak olursa devlet idaresinden söz etmek mümkün olmaz. O'nun içindir ki bütün Müslümanların hukukunu muhafaza bakımından, İslâm, mürtede hayat hakkı tanımamıştır.
Ayrıca İslâm dinine giren insanlar bazı şeyleri yapmakla bazılarını da yapmamakla mükellef kılınırlar. Bunun da zorlama ile bir alâkası yoktur. Nasıl ki, namaza duran bâliğ bir insan namaz içinde, sesli olarak gülecek olsa ceza olarak hem namazı hem de abdesti bozulur.
Ve yine ihramlı bir insan, üzerindeki haşeratı öldürse veya dikişli bir elbise giyse çeşitli cezalara çarpıtırılır. Halbuki aynı insan namazın dışında gülse veya ihramsız bir zamanda bunları işlese hiçbir cezası yoktur.
Aynen bunun gibi, İslâm, dine girme mevzuunda kimseyi zorlamamakla birlikte, kendi iradesiyle dehâlet edeni de başıboş bırakacak değildir. Elbette onun kendine göre emir ve nehiyleri olacak ve müntesiplerinden, bunlara uygun hareket etmelerini isteyecektir. Bu cümleden olarak, namazı, orucu, zekatı ve haccı emredecek; içki, kumar, zina ve hırsızlığı da yasaklayacaktır. Bu yasakları ihlal edenlere de suçlarının cinsine göre ceza verecektir ki, bütün bunların zorlama ve ikrahla hiçbir alakası yoktur.
Esasen biraz düşünüldüğünde, bu türlü caydırıcı tedbirlerin de, insanların yararına olduğu idrak edilecektir. Çünkü ferd ve cemiyet böyle müeyyidelerle, dünya ve ukbalarını korumuş olacaklardır. İşte bu ma'nâda dinde bir zorlama vardır. Bu da insanları zorla cennete koymak istemekle aynı anlamda bir zorlamadır...
- Kur'an-ı Kerim ayetleri arasında zahiren çelişki gibi görülen ayetler, hakikatte çelişki değil bir meselenin ayrı ayrı yönünü ifade için kullanılmaktadır. Mesela Kur'an-ı Kerim'de insan anlatılırken onun hakkında görünüşte iki iki zıt görüş belirtilmiştir. Mesela
"And olsun ki biz âdemoğullarını şan ve şeref sahibi kıldık."( İsrâ, 17/70)
"Gerçekten insan çok zalim, çok cahildir." (Ahzâb, 33/72.
Evet bu iki ayet zahiren zıt olsa da hakikatte insanın iki yönünü belirtmiştir. Allah insanın fıtratına bir kayıt koymamış onu fiillerinde serbest bırakmıştır. Hayvanların kuvvet ve hissiyatları sınırlıdır. Onlara bir kayıt konmuştur. Ancak insanda bu sınır yoktur. Mesela insandaki hırs duygusundan dolayı bütün dünyayı ona versen daha yok mu diyecektir. Kendi menfaatine karşılık binler adamın zararını kabul eder. Kötü ahlakta hadsiz derecede aşağı indiği gibi iyiliklerde de nihayetsiz mertebelere ulaşabilir. İnsanoğlundan Nemrutlar Firavunlar çıktığı gibi, peygamberler, evliyalar da çıkmıştır. Hem insan hayvanlara nisbeten çok şeye ihtiyacı olduğu için "cahildir" ifadesi kullanılmıştır. İnsan hadsiz şeylere muhtaçtır.
Ancak hayvan dünyaya geldiği vakit kendisine lazım olan şeylerle gelir. İnsan ise iki senede ancak ayağa kalkabilir. On beş senede ancak menfaat ve zararı fark eder. İşte "cahildir" sözü buna işaret eder. İşte bu ayetler insanın iki yönüne işaret etmektedir. Birinci ayet peygamberler ve evliyalar gibi zatlara işaret ederken, ikinci ayet ise kâfirlere, nemrut ve firavunlara işaret etmektedir.
Ayetlerde bulunan bu manalar Peygamberimizin (asm) hadislerinde de bulunmaktadır. Mesela ayette "Kimse kimsenin günahını yüklenmez " diye Allah (cc) bildirmiştir. Oysa "Mezarlarınızda ağlamayın, çünkü ölünüzün azabı artar." diye de hadis vardır. Bunun hikmeti de şudur. Resulullah'ın:
"Ölüye akrabalarının ağlaması onun azabını arttırır." (Buhârî, Cenâiz, 32; Meğâzi, 8; Müslim, Cenâiz, 16, 17 vd.; Ebu Davud, Cenâiz 54)
buyurduğu bilinmektedir. Ancak Hz. Âişe (r.a.)'ya bu hadis hakkında görüşü sorulunca, Hz. Peygamber (asm)'in bununla, kâfir kimse için akrabaları ağlarken kendisinin de azap edildiğini kasdettiğini söylemiştir. Cahiliye döneminde ölüler kendi arkasından ağlamalarını vasiyet ederlerdi. "Ölü acı duyar, ehlinin ölü için bağırıp çağırması onu üzer. Çünkü o ağlamalarını işitir. Yaptıkları işler ona arz olunur." demektir. Yoksa "âilesinin ağlamasından dolayı azap ve ceza görür." anlamında değildir. Çünkü hiçbir kimse diğerinin günahını yüklenemez.
İbn Cerir'in Ebû Hureyre (r.a.)'den rivayet ettiğine göre, o şöyle demiştir:
"Yaptığınız işler yakınlarınızdan ölenlere arz olunur. Eğer bir hayır görülürse, buna sevinirler; kötülük görürlerse hoşlanmazlar."
3. Sorunuzun konusu olan hadisin metnin tercümesi şöyledir: Muaz b. Cebel (ra) anlatıyor:
"Bir sabah Rasûlüllah ((asm) sabah namazını kıldırmak için gelmedi (gecikti), neredeyse hepimiz güneşin doğmasına bakıyorduk (yani güneşin doğması çok yaklaşmıştı). Derken Rasûlüllah (asm) hızlıca çıkageldi ve namaza tesvib yaptı (yani namaz namaz, dedi). Namazı kıldırdı ve selam verince ‘Saflarınızda olduğunuz gibi durun.’ buyurdu, sonra bize karşı döndü ve şöyle dedi:
‘Sabahleyin beni namazdan alıkoyan şeyi size anlatacağım: Gece kalktım ve gücümün yettiği kadar namaz kıldım ve namazda uyuklamışım, uyanınca bir baktım ki en güzel şekil içerisinde Rabbim Azze ve Celle ile birlikteyim, Rabbim şöyle buyurdu:
“Ey Muhammed! Biliyor musun, mele-i a’l’â neyin tartışmasını yapıyorlar?” Ben de: “Bilmiyorum, Ey Rabbim.” dedim. Rabbim: “Ey Muhammed! Biliyor musun, mele-i a’l’â neyin tartışmasını yapıyorlar?” buyurdu. Ben de: “Bilmiyorum, Ey Rabbim” dedim. Bunun üzerine gördüm ki, el (keff)ini omuzlarım arasına koydu, parmaklarının serinliğini göğsümde hissettim. (Semadaki) her şey bana tecelli etti ve onların hepsini bildim. Bunun üzerine Rabbim yine: “Ey Muhammed! Biliyor musun, mele-i a’l’â neyin tartışmasını yapıyorlar?” buyurdu. “Keffâretler hakkında.” dedim. “Keffaretler nedir?” buyurdu. Ben de: “Cemaatle namaz kılmak için cemaate (camiye) gitmek ve namazdan sonra yine namaz kılmak için mescidde oturmak ve zor anlarda dahi abdest uzuvlarını tam olarak yıkamak.” dedim. Rabbim: “Derecât nedir?” buyurdu. Ben de: “Yemek yedirmek, yumuşak söz söylemek ve insanlara gece uyurken (teheccüd) namazı kılmak.” dedim. Bunun üzerine: “İste” buyurdu. Ben de:
“Allah’ım! Senden iyilikleri (hayratı) işlemeyi, kötülükleri (münkeratı) terk etmeyi, miskinleri sevmeyi, beni bağışlamanı ve bana merhamet etmeni, bir kavimde bir fitne murad ettiğinde, ben fitneye düşmeden beni vefat ettirmeni istiyorum ve Senden Senin sevgini, Seni seveni sevmeyi ve Senin sevgine beni ulaştıracak amelin sevgisini istiyorum.” dedim. Bundan sonra Rasûlüllah ((asm) şöyle buyurdu: “Bu haktır. Onları öğrenin ve öğretin.” (Ahmed b. Hanbel, V/343).
Bu hadiste mânâsı sorulan; hadisin, Hz. Peygamber (asm)'in, “Allah’ın el (keff)ini omuzlarımn arasına koyduğunu gördüm ve öyle ki parmaklarının serinliğini göğsümde hissettim.” kısmının mânâsı ve buradaki “Allah’ın eli” ve “elin soğukluğu”nun hissedilmesi meselesidir. Bu ifadelerin yorumu yapılırken burada Allah’a “el” isnat edilmesi iki anlamda tevil edilmektedir: a. Allah’ın kudreti ve Allah’ın takdiri; b. Allah’ın nimeti, ikramı ve rahmeti. “Allah’ın parmaklarının soğukluğu”ndan maksat da “Allah’ın ihsanın, ikram ve rahmetinin eserleri, tecellileri.” olduğu şeklinde izah edilmektedir.
Hadisteki “omuz” ifadesinden de Hz. Peygamber in “kalb”i kastedilmektedir. Buna göre hadisteki bu ifadelerin mânâsını: “Allah, bana rahmet ve inamiyle, lütfuyle ve keremiyle semavatta tecelli eden kudretinin ve takdirinin eserlerini, bütün mülkünü bana gösterdi, kalbim nurlardı, tabiri caiz ise gözüm ve gönlüm iyice açıldı, kainattaki mahlukat ile gözüm arasıdaki perdeler aralandı, ben de onların hepsini gördüm, bilmediklerimi öğrendim. Böylece Rabbimin kudretinin ve mülkünün büyüklüğünü ve bana olan nimetlerini, ihsanlarını, lütuflarını ve ikramlarını kalbinde hissettim”, şeklinde anlamak mümkümdür. (Bu konuda geniş bilgi için bakınız. İbnu Fûrek, Müşkilü’l-Hadis, 1985, s.77-85).
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet