Her hali ve her karesi dersler ve ibretler yüklü Saadet Asrı, sefer anlarıyla da çok şey öğretir bütün zamanların mü’minlerine.
Onlardan biri, kullukta da belâgat dersidir. Belâgat ki, ‘muktezâ-yı hale mutabık hareket etmek’ diye de tarif edilir. Muhatabın ihtiyacını ve seviyesini gözeterek konuşmak, içinde bulunulan şartlara en uygun şekilde hakikati temsil ve tebliğ etmek, bu anlamıyla, belâgatın bir gereği niteliğindedir.
İşte, sefer ânlarında, Resûlullah aleyhissalâtu vesselamdan öğrendikleri zarif ve beliğ bir ubudiyet halini sergiler sahabiler. Yol boyu, yolunda cihada koyuldukları âlemler Rabbini zikreder; ama ‘muktezâ-yı hale mutabık’ bir şekilde zikrederler.
Nasıl mı?
“Allahuekber”ler ile tekbir getirir; büyük olarak anılmaya ancak O’nun lâyık olduğunu ve O’nun karşısında yaratılmış hiç kimsenin ve hiçbir şeyin büyüklük iddiasında olamayacağını ilan ederler. Tesbih de getirirler. Yani, “Subhanallah”lar ile, O’nu yaratılmışlara özgü bütün kusur ve noksanlardan tenzih ederler.
Ve bunu, sefer esnasında yolun karşılarına çıkardığı hale göre gerçekleştirirler.
Nasıl mı?
Yolun yokuş yukarı ilerleyen bir merhalesinde iseler tekbir getirip, yokuş aşağı inerken tesbih getirerek!
İşte böyle bir sefer esnasında, yokuş yukarı ilerlerken, bir grup sahabi yüksek sesle, bağıra bağıra tekbir getirmektedir. Gelin görün ki, Resûlullah aleyhissalâtu vesselam, tekbir getirirken dahi olsa, böyle yüksek sesle bağırılıyor olmasından rahatsız olur. Onlardan, seslerini bir derece alçaltmalarını ister. Yine, ubudiyette de belâgatın dersini veren bir gerekçesi vardır onun: Sizler, gaip olan, işitici olmayan Birine hitaben tekbir getiriyor değilsiniz. Bilakis kendisi için tekbir getirdiğiniz âlemler Rabbi, Semî’, Latîf, Habîr ve Alîm isimlerinin müsemmasıdır. Gizli açık bütün sesleri işitir, kalblerin en gizli hatırasını dahi bilir, herşeyden haberdardır ve onun ilmi haricinde hiçbir şey yoktur. O halde, tekbir getiriniz; ama hâşâ, işitemeyen, yahut işitmesi ağır olan birine hitap eder şekilde değil!
Bir seferden bize miras kalan bu nebevî hatıra, Asr-ı Saadetten başka hatıralarla birlikte, ‘esmâ-i hüsnâ ahlâkı’nın bir örneği niteliğindedir. Fahr-ı kâinat aleyhissalâtu vesselam, bu örnekle de görüldüğü üzere, Allah’ın güzel isimlerini biliyor olmanın ötesinde, bizzat hayatın içinde o isimlerin gerektirdiği ahlâkî halle kuşanmanın yolunu bize öğretmektedir. Gizli açık bütün sesleri işitmek, O’nun Semî’ isminin şanından ise; ve sem, yani işitmek, O’nun sıfatlarından birisi ise, bağıra bağıra O’na hitap ediyor olmak zarafet ve belagattan uzak bir keyfiyet değil midir?
Bu nebevî hatıra, diğer bir açıdan ise, Resûl-i Ekrem aleyhissalâtu vesselamın ‘Kur’ân ahlâkı’nı nasıl hayatlara taşıdığının bir örneğidir. Çünkü, Semî’, Latîf, Habîr ve Alîm olan âlemler Rabbi, Kur’ân’ıyla bize O’nu anmanın edebini de bize öğretmektedir: “Gizlice ve cehrin mâdûnu ile Rabbini zikret!” (bkz. A’râf, 7: 205)
‘Gizlice’nin yanında, ‘dûne’l-cehr’ demektedir âyet. Yani, cehrin mâdûnu ile. Yani, başkalarınca duyulur halde, ama bağırmadan, yüksek sese başvurmadan…
Kur’ân’ın ‘zikr’in sesine ilişkin, özünde ‘esmâ-i hüsnâ ahlâkı’ barındıran bu ahlâkî çağrısı, öne çıkmak ve üstün çıkmak için avurdunu şişirmenin, sesini yüksek çıkarmanın, ‘desibel’i yükseltmenin meziyet görüldüğü bir çağda, başka bir açıdan da öğretici geliyor bana.
Bu A’raf âyeti, bugünün mü’minlerine hakikatin şanına yakışır bir sesle şöyle hitap ediyor sanki:
Bir duruşun olsun, bu duruşun hakikate dayanıyor olsun, bu duruşun âlemler Rabbinin zikrine seni götürüyor olsun. Ama sen hakikatin getirdiği vakara sahip ol; şu kâinattaki bütün şahitliklerin varıp dayandığı esmâ-i hüsnâ hakikatiyle hemhal ol. Birileri ‘ideoloji’lerini ‘din’in yerine ikame etmeye çalışırken, sen de onların üslubuna öykünme, onların ses tonuna özenme. Hakikate tâbi ol, bu tâbiiyetini dilinle de ilan et, bu ilanınla hakikati aynı zamanda başkalarına da tebliğ et; ama dini ideolojiye, âyeti slogana dönüştürme. Bağırma, çağır!