Ayşe Arman’ın tesettüre girip kendince ölçmeye çalıştığı tepkiler üzerine yeterince yazıldı çizildi. Ben dizinin bitmesini beklemeyi tercih ettim. Kendinden bahsettirmek, ardı ardına iki zıt görünüm içinde gündem oluşturmak gibi yüzeysel kazanım veya kaybedişleri bir tarafa bırakırsak, Arman’ın araya sokuşturduğu üç beş adet başını örten kadını aşağılayıcı yorumlarını da Hürriyet gibi bir gazetenin olmazsa olmazı kabul edersek, “Eh canım başörtülülere de baskı maskı yapılmıyor”a getirdiği okumasından geriye sadece birkaç tesbit kalıyor. Bunlar Arman’ın işaret ettiği tesbitler değil. Bilakis onun yazdıklarından kamusal alanda başını örtmenin bedelini yıllarca ödemiş kadınlar silsilesinden gelen bir ailenin, yine başörtülü bir kadın üyesi olarak benim çıkarttığım sonuçlar. Her şeyden önce Arman baş örtme fiilini amacından soyutlayıp bilinçsizce peşine takınılan bir modanın parçasıymışcasına lanse ederken kendine has, sarkastik üslubuyla dalgasını geçmeyi de ihmal etmiyor. Başını Allah’ın emri olduğu için değil de başka bir sebeple örten bir kadından farklı bir şey beklemek de yersiz olacağından, Arman’ın bu durumunu yadırgamıyor, üzerinde durmuyorum. Onun için başındaki, üstündeki, altındaki, onun hareketlerini kısıtlamaktan, kızgın güneşin altında şıpır şıpır terlemesine sebep olmaktan, onu süzecek karşı cins mensuplarından mahrum bırakan bir engelden başka bir şeyi temsil etmiyor çünkü. Bu nedenle de Arman’a başını örten bir kadın olarak “Biliyor musun aslında biz de ne senden fazla, ne de az terliyoruz, kulaklarımız da seninkiler gibi ve hatta daha iyi duyuyor, kendimizi de hiç kısıtlanmış hissetmiyoruz, mesela senin tecrübende olduğu gibi öyle bütün vücudumuzla dönmemiz falan da gerekmiyor” dememizin de fazla bir anlamı kalmıyor. Zira bunun için yazarın yapması gereken bir empati vardır ki bunun da en temel önşartı neyin neden yapıldığını bir işe kalkışmadan önce irdelemek, felsefesi üzerine kafa yormaktır. Arman’ın böyle bir derdi yok zaten.
Şimdi gelelim onun tesettürlenmiş haliyle yaşadığı her tecrübenin ortak paydası haline gelen “hafifletme” prosesine. Topu topu sadece Reina kapısından geri döndürülmüş olmasını arabaya bindikten sonra attığı kahkahalarıyla sulandırıyor Arman. Peki bu hali ona yapılanın kontekstini değiştiriyor, daha az zararlı mı kılıyor? Ayrıca Reina gibi bir mekânda tesettürlü bir kadının bir işi olup olamayacağı konusunu bir kenara koyarsak Arman’a sorulacak bir başka soru da şu: Beyaz Türklere ait bayrakların çekildiği diğer mekânlarda bugün sıkıntısız oturabiliyor olması eskiden de böyle olduğu anlamına mı gelir? Bir başka deyişle, AK Parti iktidarı öncesi, diyelim on sene önce, veya yirmi sene önce Nişantaşı’nda dolaşırken başı örtülü bir kadın hiç mi yadırganmaz, taciz edilmezdi? Arman’a cevabı biz verelim: elbette ki edilirdi. Edildi de. Ben kendi başımdan, kardeşlerimin başından, biz küçükken annemin başından geçen onlarca –hepsini toplasak yüzlerce de eder- bakışlarla rahatsız etme/sözlü hakaret etme vak’asını pat pat sıralayabilirim çünkü. Kimi İstanbul’da, kimi Ankara’da, kimi de Erzurum’da! Evet Erzurum’da. O çok muhafazakâr ve fakat döneminde Kemalistlik abidesi gibi yükselen bir üniversiteyi barındıran Erzurum’da da! “Ya bugün?” diye de sorarım Arman’a. Onun Nişantaşı’nda, Ortaköy’de birkaç kafeye girip çıkması, yine hafifletici diliyle aktardığı tecrübeleri günümüz için genelleme yapma yetkisini ona verir mi? Daha geçenlerde Bağdat Caddesi’nde laiklik abidesi bir kadının sözlü saldırısına küçük kardeşim Elif maruz kaldı da eli ayağı titredi, mesela. Kızlarım ve arkadaşları dahil bütün başörtülü tanıdıklarım Bağdat Caddesi’nin mahalle baskısından bir şekilde nasibini hâlâ almakta! İstanbul’da geçirdiğimiz her yaz, Fatıma ve Meryem’in hemen hemen her gün “Anne bugün yine yaşlı bir kadın bize laf attı” veya “Yanımızdan geçen laik görünüşlü kızlar şunu bunu dedi” aktarmalarıyla gelip geçer. Şimdi kimse çıkıp da “Aaa bu düpedüz ayrımcılık!” deyip şaşırmış gibi gözükmesin! Hepiniz hepimiz çok iyi biliyoruz ki, bu tür davranışlar bu toplumda alttan alta desteklenen hareketler olmuştur hep. Ya destek çıkılmış ya da sinilerek uzaktan “Aman ses çıkarmayayım sonra bana dönerler” endişesiyle seyirci kalınmıştır maalesef. Onun için Arman’ın Reina’ya giremeyişine şaşırmış gibi yapan entel bozuntularını çok bayağı buluyorum. “Come onnnn!” diyesim geliyor onlara...
Arman’ın gözlemlerindeki bir diğer hafifletme şekli de İzmir’le ilgili bölümde kullandığı dilde gizli. İzmir’de tesettüre gösterilen tepkiyi “çok şeker” gibi süslemelerle vererek meşruiyet kazandırmaya çalışıyor. Arman gibiler bunu hep yapıyor. Yıllar önce Kemalist bir genç kadının kendi gibi Kemalist olan öğretmen annesinin Safranbolu’da başı örtülü bir öğrencisine verdiği tepkiyi anlatırken: “Çok şeker, annem de her sabah başına kalpağını giyip okula gidiyordu” dediğini duymuştum. Ne kadar da şeker (!) ve hatta “tontonlaştırılmış” bir tepki gibi lanse edilen aslında ezme, dışlama, kalbe saplanan bir hançer, başa kakılan bir yasak, içine sokturulan bir cendereden başka bir şey değildi. Arman da şimdi aynı tonda konuşuyor. Kendi aslında başörtülü değil ya, Kordon’da yürürken atılan lafları, rahatsız edici bakışları “şaka gibiiiiii!” benzeri bir tepkiyle algılayıp hafife alıyor. Yaşlı kadının müdahaleci sorusunu da şeker kıvamında aktarıp “Merakından canım” dercesine hafifletiyor. Oysa biraz empati yapabilse, “Başımı örten bir kadın olsaydım, bir günlüğüne, birkaç saatliğine değil, her gün ve yıllarca örten bir kadın olsaydım bu tür tavırlara, defaatle evet de-fa-at-le çoğu kez her gün maruz kalacağım bu tür davranışlara, ne kadar dayanabilirdim?” diye sorabilirdi belki. İşte o zaman Arman’a şimdi pek şeker gözüken artık hiç de öyle gelmeyecek “Teyze iyisin hoşsun da sana kim bizi böyle sorgulama hakkı verdi?” veya “Şurada kendi halimizde dolaşırken neden bize karışıyorsunuz, ne yaptık ki biz size?” diye sorabilecekti...
Bakın bu bana, kendi başımdan geçen farklı yoğunluklardaki yüzlerce hakaret olayı yanında müdahaleci tavra bir örneği hatırlattı şimdi... 1990’ların ilk yıllarıydı, Ankara’da Mebusevleri’ndeki evimizin yakınında çocuk parkında kızlarımı oynatıyordum. Bankta otururken her halinden laiklik akan bir yaşlı kadın oturdu yanıma. Oturur oturmaz da neden böyle giyiniyorsun, daha çok genç değil misin gibi klişe laflarla konuya girdi vakit kaybetmeden. Belki de parkta oturabileceği bir çok boş bank varken benim yanıma gelip oturmasındaki sebep de bunları sorabilmekti. Ben de Amerika’dan yeni dönmüşüm o günlerde. Özgürlük dolu bir ortamdan, kimsenin bir başkasının dini inancını sorgulamadığı, böyle şeylerin çok ayıp sayıldığı bir ülkeden çıkıp gelmiş olunca da pek Türkiye’nin atmosferine alışacak zamanım olmamış ki cevabımı geciktirmedim: “Teyzeciğim bakın, ben size ‘Bir ayağınız çukura girmiş iken neden hâlâ bu halde dolaşıyorsunuz’ diye soruyor muyum? Hayır. O zaman çok rica ederim, siz de bana neden böyle giyindiğimi sormayınız!” Çıt yok. İyi akşamlar dileyip ayrıldım oradan.
Şaşkın, küçümser, nefret dolu bakışları geçtik, absürd sorularıyla yanımıza gelmesinler Sayın Arman! Biz bunu bekliyoruz. Haklı olarak! Üniversiteye almıyorlar, Meclis kapısından sokmuyorlar. Mahkeme salonundan kovuyorlar. Bari bıraksınlar biraz nefes alalım...
Vakit