-Çok güzel yapmışsın, aferin.. Eve gidince, bu resmi babana göster, tamam mı?
-Ama, öğretmenim...
-Evet?
-Anneme göstersem olur mu?
Minik parmaklarıyla çizip kalbiyle boyadığı uğur böceği resmini babasına gösterememekten korkan o çocuğun öğretmenini yeni tanıdım. Adı Fazilet. Güler yüzlü, idealist bir anaokulu öğretmeni. Evliliğine dair de idealleri var şüphesiz. "Nişanlımla birlikte yazılarınızı hiç kaçırmıyoruz." diyor.
Sıra anne-baba olmaya gelince, biraz endişeli... "Yuvamı büyük şehirde kurmak istemiyorum!" diyor. Alıp başını gitmek istiyor. Minik öğrencileriyle yaşadıkları, Fazilet öğretmene, evlerde giderek büyüyen, büyüdükçe normal karşılanan, normalleştikçe de fark edilmeyen "anne-baba" boşluğunu hatırlatır olmuş. O genç kafada devâsâ bir endişe büyümeye
başlamış. Bense bütün yüreğimle, Fazilet öğretmeni haksız çıkarmak istiyorum. Yıllar sonra şöyle bir bakıp "Nasıl da hata etmişim!" dedirtmek istiyorum. "Boş yere endişelenmişim!" desin arzu ediyorum.
Kabul edelim; evlerde bir uğur böceği resminin salınıp duracağı bir boşluk var. Çocuklarımızın çocukluğunu ıskalıyoruz. Hele de babalar, hele de babalar... Yanı başımızdan geçen cennet kokulu kelebeğe neredeyse dönüp bakmıyoruz bile... Her defasında ilkbahar heyecanlara boğar beni... Nereye koşacağımı, hangi köşede durup hangi çiçeği seyredeceğimi şaşırırım. Fakat sonunda bakarım ki, güller tomurcuklarını açmış, ağaçlar çiçeklerini savurup meyveye durmuş... Bazen olur ki, ancak güzün fark ederim baharı ıskaladığımı. Acaba evimizin neşe dolu tomurcuklarını da ıskalıyor olamaz mıyız?
Anneler, her şeye rağmen, canhıraş bir çabayla anne olmanın boşluğunu doldurmaya çalışırken, babalar sanki koşmaktan yorulmuş gibi. Fazilet öğretmen, "Demek ki babasını göremiyor." diyor minik öğrencisi için. Ben içimdeki daha kötü ihtimali söylemeye korkuyorum: Ya babasını görüyor da, resmini gösteremiyorsa... O küçük bedende saklı büyük ruhun, sevdalarıyla gökleri sarıp sarmalamaya hazırlanan masum kalbin kendini ortaya koymasıdır resim aslında.
Kâğıda düşen bir çocuk kalbidir; renklere renk katan bir sonsuz bir çocuk hayâlidir. Uğur böceği resmi, "Ben buradayım; bak artık bir şeyler yapabiliyorum" deyiştir. Gel gör ki, varlığın vadilerine duygu duygu taşan, hayatın denizine coşkulu bir ırmak gibi biriken minik ruhun yankılarına karşılık veren olmuyor. "Hoş geldin!" "Şükür ki, buradasın! Seni seviyorum. Varlığını anlamlı buluyorum."
diyecek baba bulunamıyor. Çocuğun hayata uzanan damarlarında nabız yavaşlıyor. Çocuk kalbinin kıpırtıları boşlukta sönüyor. Bu boşluğu bir
ömür içinde taşımaya hazırlanıyor. Ve daha acısı, şimdiden boş yanının farkında. Babanın eksikliğini biliyor ama kendisinden ummadığımız bir nezaketle eksikliği içine atıyor. Biliyor ki baba eksikliği öyle ulu orta söylenmez.
Fazilet öğretmenden sakladığım bir ihtimal daha var ve daha da acı: Ya babasına resmini gösteriyor da, babası resmini gördüğünü
göster(e)miyorsa... Çok tatlı bir yüzün aynasız ve ışıksız bırakılması gibi... Güzeller güzeli bir tablonun duvardan indirilip mahzene atılması
gibi... Kalbini sevinçlere açacak bir gövdeden yoksun oluyor çocuk. Baba var, resim var, resmi gören baba var; resmi yapanı görecek niyet ve incelik yok...
Uzmanlar söylüyor. Çocukların yetim ve öksüz büyüdüğü bir çağda yaşıyoruz. Öyle bildiğimiz türden bir yetimlik ve öksüzlük değil söyledikleri. Çocuklar annelerinin varlığına rağmen öksüzler. Çocuklar, babalarının varlığına rağmen, hatta babalarının varlığı yüzünden yetim imişler. Yokluğu hissedilmeyen ve dolayısıyla hiç aranmayan şeyden daha acı bir kayıp var mıdır? Kimsenin yitiği değilseniz, kim bulur sizi? Evde fiziksel olarak var oldukları halde, duygusal olarak yok olduklarını fark etmeyen anne-babaların çocuklarını hangi yetimhane kabul eder? Yetimhanelerin kabul etmediği çocuklardan daha yetimi var mı? Paranız yoksa, bilirsiniz ki parasızsınız; para ararsınız, bulamazsınız ya da bulursunuz, ona göre davranırsınız. Peki ya çok paranız olduğunu bilirken, birden, son anda paralarınızın hepsinin sahte olduğunu fark ederseniz, ne yaparsınız?
Varmış gibi duran, ama aslında yok olan bir anne-baba daha çok yetim ve öksüz etmez mi çocuklarını? Sokak çocuğu olduğu fark edilmiyorsa çocuklarımızın, kim tutar ellerinden? Saçlarını okşamamız eksik kalıyorsa, bakışımız gözlerinden uzakta duruyorsa, ellerinin sıcağı avuçlarımıza dokunmuyorsa, çocuğumuzu kelimenin tam anlamıyla sokakta bırakmış olmuyor muyuz? Köprü altına terk edilmiş gibi sevincini paylaşmamızdan uzağa mı koyduk çocuğumuzu? Evden kaçmış bir çocuğu düşünün. Nasıl da pencere önüne sessizce sokulur da, evinin sıcağını özler; anne-babasından sıcak bir çağrı bekler... Vardığı her kapıda, için için beslediği ama kendine bile
itiraf etmekten çekindiği yuva özlemi içinde nasıl kaynayıp durur?
İlk fırsatta pencereden bir bakın; okuldan dönen çocuğunuz nasıl giriyor eve? İtilip kakıldığı, unutulup sıradanlaştırıldığı bir yetimhaneye girer gibi mi? Özene bezene çizdiği, parmaklarının arasına bütün bir ruhunu akıtarak boyadığı uğur böceği resmine babasının kocaman ruhuyla karşılık vereceğinden şüphe mi ediyor yoksa? Duyuyor musunuz minik dudaklarından neler döküldüğünü: "Baba burada mısın? Baba benimle misin? Baba benim misin?"
Tatlı mı tatlı bir yüzün kıpır kıpır kıvrımlarında, umut dolu gözlerin ışıl ışıl bakışlarında kendimize yer edinemiyorsak, neredeyiz biz, ne
ederiz biz?
Nerede babalar... Yok da yok musunuz? Yoksa, var da yok musunuz?
Uğur böceği resminin üzerine tebessümünüzle kocaman bir güneş gibi doğup renklere renk katmaya, çocuğunuzu parmaklarınızın ucunda uğur böceği gibi geleceğe uçurmaya var mısınız?
Yok da yok musunuz?
Yoksa, var da yok musunuz?