Nurettin Huyut'un Muhsin Demirel ile yaptığı röportaj-3
ALLAH BİZİ HER ZAMAN KORUDU
Sizin eve hiç baskın oldu mu?
Yok hayır bizim eve hiç baskın olmadı. Babam bir defa 80 yılında hapse girdi, ihtilalden sonra, Yani, bu kadar faal bir ev olmasına rağmen hiçbir sıkıntı olmadı. O da olmasa ayıp olur. (Gülüşmeler). Çünkü o dönemin Nur talebeleri mutlaka hapsi bir şekilde ziyaret etmişlerdir. Ama dediğim gibi Allah bizi muhafaza etti.
Sonra babam uzun yıllar Risale-i Nuru dağıttı. Risale-i Nurlar ilk defa devletin uçağı ile dağıtılmıştır. Babam, Ankara’da M. Akif Usanmaz ile birlikte bu işleri yürütüyorlar. Kargo uçağı kullanıyor babam. Onunla nereye gitse verilen siparişleri de götürüyor. Kitaplar kamyonla geliyor. Babam onları alıyor Süleymaniye’ye götürüyor. Ankara’dan gelen kargoyu Süleymaniye’ye dershaneye götürüyor. Bir de dershaneden alıyor kendisi uçağa götürüyor, yüklüyor. Diyarbakır, Trabzon, Konya İzmir, gibi yerlere götürüyor. Pek çok defa, senelerce bu böyle devam ediyor. Ben müşahede ettim gördüm. Paketin bir tanesi düşse açılsa babamın tozunu attırırlar. Allah muhafaza edince kimse görmüyor.
Süleymaniye’yi İstanbul’a o zaman gidenler bilir. Aksaray’a epeyi bir mesafedir. Aksaray- Yenikapı’ya… Risaleleri kolilerin içerisine koyuyorlar bu ekibin içinde Halil Yürür, kardeşi Kamil Yürür, Mustafa Ekmekçi, Sabahattin Aksakal, bunlar orada bu hizmetleri yapan insanlar. Ondan sonra o kolileri alıyor sırtlarına, taksiye verecek paraları mı var? Beyazıt’tan ta Yenikapı’ya yürüyorlar. Yenikapı’dan trene biniyorlar, tren 60 kuruş. Trenle Yeşilyurt’a geliyorlar askeri havaalanına. Yeşilköy sivil, Yeşilyurt askeri havaalanı babam orada bekliyor. Babam diyelim ki, İzmir’e, diyelim ki, Antalya’ya diyelim ki, Adana’ya gidecek bir gün evvel gidiyor Süleymaniye’ye kolileri alıp götürüyor. O olmazsa diğer ağabeyler götürüyorlar. Babam nereye gidecekse bir gün öncesinden bildiriyor.
Mesela diyor. Yarın 10:15’de Adana’ya gidiyorum. Onlarda kolileri hazırlıyor. Babam alabilirse alıyor yoksa onlar götürüyor. (Meydanla istasyon arası 150-200 mt. Ben gördüm bunları bizzat müşahade ettim) dört tane adam omuzlarında birer koli geliyorlar askeri havaalanına nizamiye-mizamiye hak getire içeriye giriyorlar orada babam varsa babama yoksa “Ali hocanın kitabı geldi” diyorlar. Komutanlardan biri askere “oğlum bunları hangara götür” diyor.
Burası askeri hava alanı öyle girmek mümkün değil ama onlar giriyorlar. Gidiyorlar hangarın bir kenarına bırakıyorlar babam ordaysa zaten alıyor değilse orda arkadaşlarından biri Ali Hocanın emaneti emanetin ne olduğunu bilse (manevi atom bombası) yok ederler adamı yok. Kimsenin haberi olmuyor. Bugün bile böyle bir şey yapılamaz. Netice, “Ali hoca kitabın geldi” veya “Ali Bey kitabın geldi” diyoralr. O da “tamam” diyor. Babam onu uçağa koyuyor C47 kargo uçağı. Babam gençliğinde harp tayyareleriyle uçmuş ama sonralar kargo kullanıyor. Beni de kaç defa uçurdu, Ceylan abiyi uçurdu. Fırıncı, Birinci ağabeyleri uçurdu. O zaman uçağa binebilmek ne mümkün. Bugün Amerika’ya gitmek ondan daha basit bişey. Neyse alır götürür gideceği yere teslim eder. Çok defa tekerrür etmiş bu taşımalar senelerce devam etti.
BUZ DOLABI GELİNCE EVİMİZDE DEVRİM OLDU
Eve gelen gidenlerin haddi yok anneye Allah yardım etsin.
Evet valide hiç şikâyetçi olmazdı. Sadece yemekleri koruyamadığı için her öğün ayrı yemek yapmak zorunda kalıyordu bu da onun için büyük külfet oluyordu. Babam 62’de Almanya’ya gitti. Bürolarda kullanılan küçük buzdolaplarından bir tane aldı geldi. O gün bizim hayatımızda devrim oldu. Sebebi şu valide dedi “artık yemekleri korumak kolay bundan sonra kim gelirse gelsin yemeği yaparım dolaba koyarım ısıtır misafirlerin önüne korum”. Valide için çok büyük kolaylık oldu.
Daha sonra babam bu dolabı sattı. Yani o bana göre bir tarihi eser, duruyorsa iki fiyatına geri alırım. (gülüşmeler) Dershanede hizmette bulunanların çamaşırlarını da valide yıkardı. On günde onbeş günde bir gönderirler toplu halde yıkar gönderirdi. Çamaşır makinesi de yok elde yıkıyor.
ANNEM; “ÇAMAŞIR MAKİNESİ İSRAF KAPIDAN SOKMAM” DEDİ AMA CEYLAN ABİ PENCEREDEN İÇERİ SOKTU
Daha sonra Makine çıktığında Valide yemin etmişti “ben bu makineyi bu kapıdan sokmam” diye. Bak burada Ceylan abinin bir esprisini daha söyleyeyim. O zaman Arçelik’te çalışan Mehmet Sarı vardı. Ondan bir tane şanzımanlı makine aldı babam. Eve getirirken annemin evde olmadığı bir zamanı kolluyorlar. Derste veya bir yere gitmişken getiriyorlar. Bu arada şunu ifade edeyim hanım dersini Türkiye’de başlatan bizim validedir. Annem oturup cemaate ders yapmaz ama sevk ve idare anlamında hanımları toplayıp dersin başlamasına ve devamına gayretle çalışır. Her neyse... Yemin etmiş israf diye. “Ben bu makineyi bu kapıdan içeri sokmam” demiş. Bizim ev zemin kattaydı İstanbul’da babam makineyi aldı geldi. Ceylan abinin abrasıyla alıp gelmişler Fırıncı abi ile bir yandan da gülüşmeler espriler. Pencereden makineyi içeri koyuyorlar. O esnada annem geldi. Bir de baktı pencereden makineyi içeri koyuyorlar. Ceylan abi “yenge sen yemin etmişsin kapıdan sokmam diye biz de pencereden koyuyoruz.”
Valide de o zaman “hizmette çalışanların çamaşırlarını yıkamak şartıyla” kabul etti. Senelerce yıkamaya devam etti. 10–15 sene gibi bir süre yıkadığını biliyorum. Ne zamanki şartlar değişti imkânlar arttı evlerde, dershanelerde makine kullanılır oldu o zaman artık getirmediler. Önceleri bir makine almak ulaşılmaz bir şeydi gelir seviyesine göre mümkün değildi. Çok pahalıydı veya alım gücü çok düşüktü. Alınamazdı.
İşte bizim çocukluğumuz böyle geçti. Hizmetle iç içe geçti. Bu durumu başka bir şeyle değişilmez yani çocukluk yıllarını en güzel geçirmiş diye bilinen bir hayat hiçbir hayatla değiştirilmez. Bunları yaparken zevkle yapardık hiç sıkılmazdık acziyet göstermezdik.
Mesela ben Risale-i Nuru ağabeylerden öğrendim. Yani, Osmanlıca yazmayı ayrıca okumayı anlamayı nasıl öğrendim onu anlatmam lazım o mühim. Rahmetli birinci abi beni çok severdi. Birinci abinin esas mesleği muallim (öğretmen). Fakat yapmamış İstanbul’da hep hizmetlerle meşgul olmuş. Üstad onu hizmetine çağırmış.
RİSALE-İ NURLARI BİRİNCİ ABİNİN ŞEFKATLİ YAKLAŞIMI İLE ÖĞRENDİM
Birinci abi bir gün beni çağırdı. O zaman ben ilkokul 2. veya 3. sınıfa gidiyorum. Yani okumayı yeni öğrenmişim. Onlar her gelişlerinde 8–10 kişi geliyorlar. Konuşuyorlar ediyorlar biz de dinliyoruz. Bir gün bana dedi ki “aç birinci sözü oku”. Açtım, okudum yüksek sesle ders şeklinde okudum. Tabi ben o yaşta başını gözünü yara yara okuyorum. Okuduktan sonra dedi ki “bak sen bunu daha güzel okuman lazım”. “Şimdi” dedi “bir dahaki gelişime kadar sen bunu üç- beş defa oku, bilemediğin kelimelerin de altını çiz.”
İkinci gelişinde bana tekrar okuttu yalnız okutturmuyor. Oradaki ağabeylerin huzurunda okutturuyor. Yani ders yaptırıyor. Sonra bir abinin çalıştığı ilaç firmasının ajandasını bana getirdi. Hala durur arasam bulurum sanırım. İnce uzun bir ajandaydı. Şimdi dedi “ben gidince bunu bir kere daha okuyacaksın. Bilemediğin kelimelerin altını çizeceksin ve bu ajandaya birer satır arayla kırmızı kalemle yazacaksın.” Gitti 2–3 gün sonra geldi “yazdın mı?” dedi “Yazdım” dedim. Hiç unutmam tam 37 kelime çıkarmıştım. Aldı bu ajandayı parker dolma kalemi vardı çok güzeldi, onunla çıkardığım kelimelerin manasını boşluk bıraktığım satırlara yazdı. Verdi bana dedi ki “bir dahaki gelişimde seni imtihan edeceğim bu kelimeleri ezberleyeceksin” ben ezberledim tekrar geldi dinledi bana not veriyor. Verdiğim cevaplara göre 5 veriyor 6 veriyor 8 veriyor. Az verdiğinde “olmamış” diyor. “Buraya tekrar çalışacaksın” diyor. Biz hâsılı hepsini ezberledik.
Sonra bir dahaki gelişinde defterin yaz aylarından birinin sayfasını açtı. Şimdi dedi “o kelimelerden sekiz veya on tanesini buraya yaz ve her kelime için bir cümle kur ve o kurduğun cümleyi buraya yazacaksın.” Mesela “şaki” bununla ilgili bir cümle kurmak gerekirse şöyle: Şark vilayetlerinde seyahat eden yolcuların yollarını şakiler kesti gibi veya işte armut ağacının dalındaki elma “lisanı haliyle ye beni diyor” Biz bu kelimelerin hepsini birer cümlede kullandık ve yazdık.
O geldiğinde hemen “getir bakayım” baktı ve dedi “bu böyle kullanılmaz bunu şöyle kullanacaksın” bir diğerine “aaa bu çok güzel buna yıldızlı pekiyi, bir başkasına yıldızsız pekiyi, iyi, orta, olmamış bu olmayanları bir daha kullan bir dahaki geldiğimde göreceğim” derken, Birinci söz böylece bitti sonra ikinci söz, üçüncü söz ta dokuzuncu söze kadar ben dokuzuncu sözü bitirdim. Sonuçta baktım ki, tam 357 kelime öğrenmişim.
Bunları öğrenince benimle arkadaşlarım arasında uçurum meydana gelmeye başladı. Yaptığım esprileri anlamıyorlardı. Uzun zaman ben kendimde geri zekâlılık mı var? diye şüphe ettim. Sonra anladım ki, meğer onların seviyesi müsait değil. Bunu sonra anladım.
Hocalarım anlamıyordu söylediklerimi. Herkesin zorla telaffuz ettiği sözleri biz çok rahat kullanıyoruz. Bu durum insana müthiş bir güç veriyordu. Hatta ben bunun keyfini hukuk fakültesinde sürdüm. Her öğrenci bir lügat eskitirken ben yüzüne bile bakmadım. Şimdi bile hiçbir kelimeyi anlamak için lügata bakmak gibi bir ihtiyaç duymuyorum. Belki bazen hukuk ıstılahına has bir kelime ise ona bakmışımdır. Yoksa hiçbir kelimede zorluk çekmiyorum.
Düşünün altmış yaşındaki biri Yahya Kemalin şiirini okuyor anlamıyor Ama ben on yaşında bunu anlıyorum. Bu durum hayatım boyunca büyük bir keyif verdi bana. Sonra Hattat Hamid ile münasebetlerimizde o 1891 doğumlu ben 1954 doğumlu aramızda 63 yaş fark var. Ama “hakkı âliniz var”, “zatı âliniz”, “azimet buyurdunuz”, “kerem buyurmaz mısınız?”, “Lütfettiniz üstadım” diyerek konuşuyoruz. Biz daha 17 yaşındayız. Hocayla böyle konuşuyoruz. Hoca beni seviyor da niye sevmesin 70 yaşındakiler hocanın kullandığı lafı anlamıyor. Ben anlıyorum ve her şeyiyle ilgileniyorum. Rahmetli Cemil Hocayla (Meriç) da münasebetlerimizde böyle oldu. Hoca derin bir insandı. Dolayısıyla Birinci abinin o öğrettikleri bana çok yaradı keyfini her zaman yaşadım halada yaşıyorum.
O dönemde nerede çalışıyordunuz?
Yeni Asya’da da çalıştım ama, gazeteci olmak için çalışmadım. O işi Rahmetli abim Hüseyin Demirel iyi yapıyordu. Ben yayıncılığın her alanında çalıştım. Kitap gazete dergi gibi her türlü yayınla uğraştım 60’lı yılların sonunda başladım hala da devam ediyorum. Kendimi bildim bileli uğraşırım. Şimdiki uğraşım biraz farklı. O zamanlar arkadaşlar bir gazetemiz olsun efkârımızı düşüncelerimizi ifade edelim istediler.
Ben hiçbir zaman bunu böyle düşünmedim. Gazete olsun olmasın diye bir düşüncem yok. Müslümanların gazetesi olsun. Nur talebelerinin de gazetesi olsun itirazım yok. Ama gazeteden daha önemli bir şey var. Gazete mevcut hazineden sarf eder. Yani akü gibi düşün, sen dolmuşsun her gün bir tane yazıyorsun. Yani fişek gibi atıyorsun bir gün gelir biter işte bunun bitmemesi için buna şarj dinamosu lazım. Şarj edecek dinamo da dergidir.
Gazetede mevcudu harcarsın ama dergide dolarsın. Hem yazarsın hem dolarsın. Yani dergi ayda bir çıktığını düşünün bir yazar dergiye yazı yazacaksa bir ay boyunca etüt yapar. Çalışma yapar araştırma yapar, soruşturma yapar, derler toplar bir tane yazı yazar mesela beş sayfalık bir yazı için elli sayfalık doküman temin eder öyle yazar. Yani elli sayfadan beş sayfasını yazar kalan kısım kendinde bilgi stoku gibi durur. Bir sene içinde 12 sayı için 60 sayfa yazı yazan bir adam her bir yazı için elli sayfa doküman topladığını düşünün yani on katı doküman toplar bu altı yüz sayfa eder. Bunun altmış sayfasını kullandığını düşünsek bile geriye kalan 540 sayfa onun ileride kullanabileceği bir malzeme olarak durur. Onun için bugün de söylüyorum Gazete olsun tamam ama bu gazeteyi besleyen fikri bir zeminin olması gerekir.
Gazetede yazanların durumu cephede düşmana ateş eden askerin durumu gibidir. Tak tak tak sıkar kurşunları bir müddet sonra bitecektir. Arkadan ona destek lazımdır. Levazım kuvvetleri olmazsa ön safta çatışan bu asker bir müddet sonra silahsız kalır. Atacak mermi bulamaz. Ben hep bunları düşündüm bugünde bunları düşünüyorum. Ben öyle bir noktadayım. Bitmeyen bir kaynak olması lazım. Arabın petrolü gibi kuyu çalıştığı müddetçe petrol gelecek. Veya tirübin döndüğü müddetçe elektrik gelecek. Ben böyle bir sistem üzerinde kafa yoruyorum.
RİSALE-İ NURLARI ANLAMAK İÇİN UYGUN ŞARTLARI HAZIRLAMALIYIZ
Risale-i Nurlar o görevi yapmıyor mu?
Risale-i Nur yapıyor da bizim Risale-i Nur ile münasebetimiz ne kadardır. Biz ne kadar anlıyoruz. Ben bugün Risale-i Nurun doğru dürüst anlaşıldığını (ben de dahil) sanmıyorum. Bir kere Risale-i Nuru bizim gibiler anlayamaz. Bizim gibiler tarafından anlaşılamaz. Niye anlaşılamaz? Şu nedenle anlaşılamaz. “Bilmek mukayese etmektir.” Bizim mukayese edici malumatımız, bilgimiz yok. Şimdi Üstadı kaç şekilde anlamak lazım. Bir kere Üstad Dünya mütefekkiri. Dünya mütefekkirlerini bilmemiz lazım. Gelmiş geçmiş mütefekkirler içine Üstadı oturtmamız lazım. Bu ise tefekkür dünyasını ve oradaki meseleleri bilmekle mümkün olur. Bizim ne Eflatundan haberimiz var, ne İbni Sina’dan ne Farabi’den ne Gazali’den bizim haberimiz yok. Dolayısıyla, mukayese edemediğiniz zaman bilemezsin.
Ben şimdi sana anlatırken geçmişte çocuklukta yaşadığımız şeyleri ne kadar önemli ve bereketli ve feyizli şeyler olduğunu bugün anlıyorum. Ama, o gün fark edemiyorsun onun dışına çıktığın zaman anlıyorsun. Şimdi gördüğün zaman “vay be neymiş” diyorsun. Bu dünyada hikmet âleminde âlemi şahadette her şey nisbidir.
Biz bir takım şeyleri hatta her şeyi birbiriyle mukayese ederek anlarız. Bu oda aydınlık mı? Aydınlık, ama nereye göre aydınlık? iç koridora göre aydınlık ama dışarıya göre aydınlık değil, benim boyum uzun neye göre uzun? Sana göre uzun ama falancaya göre kısa. Onun için malum ölçme aletleri geliştirilmiş metre, voltmetre gibi. Bunları koymuşlar ki, anlayalım.
Biz şimdi Bediüzzaman’ı anlayamıyoruz. Niye? Çünkü, mukayese edemiyoruz. Bu bilgiden mahrumuz. İki bundan başka daha önemli bir mesele var. Kurani bilgi ile bizim test edilerek ortaya çıkarılmış sistematik bilgi arasındaki uyumsuzluktan dolayı anlayamıyoruz. Önce Kur’an’ı bilmek lazım Kur’an’da dört tane maksadı asli var. Bunlar Tevhid, Nübuvvet, Haşir, Adalet ve ibadet. Bunların açılımları ayrı bir dava.
Kur’an’daki bütün meseleler yani arıdan, incirden, üzümden, Şemsten, Kamerden bahsetmesi İsa’dan, Musa’dan bahsetmesi bu dört maksadı anlatmak için istidradi olarak zikredilmiş. Yani esas maksat Yusuf’un kıssasını anlatmak değil. Esas maksat “vattini vezzeytuni” deyip zeytine ve incire yemin etmek değil. Dava incir değil incirle Yaratıcının münasebetleri anlatılıyor. Biz zannediyoruz incir anlatılıyor. Evet incir var ama asıl amaç tevhidi anlatabilmek için o misal olarak zikrediliyor. Dolayısıyla Kur’an’da bu dört maksadın dışındaki her şey bu dört maksada insanların aklını ruhunu kalbini ulaştırmak için basamak olarak kullanılıyor. Yani, buna istidradi deniyor.
Bu günkü bilgi sistemi; Kur’anda istidradi olan bilgileri maksadı asli yapmış. Kur’an’ın maksadı aslisi ile bugünkü bizim bilgi sistemimizin maksadı aslisi farklı. Hepimiz maalesef veya maaliftihar ister sosyoloji okuyalım, ister hukuk, ister mühendislik okuyalım, ister tıp bu sistemin içerisinden geldik. Dolayısıyla böyle bir notasyonlarla eğitim almış kişiler olarak Kur’an’ı anlayamayız. Ha bazı şeylerini anlarsın ama bütün olarak kavrayamazsın. Onu kastediyorum. Tabiî ki anlarsın.
Üstad diyor ki, Risale-i Nur bu asırda Kur’an’ın manevi bir mucizesidir. O nedenle baktığın zaman Risale-i Nur’da da Kur’an’a benzer bir sistematik var. Kur’an’daki anlatım sistemine uygun bir anlatım var. Bu itibarla Kur’an’daki maksadı aslı olan hususlar Risale-i Nur’da da var. Demek ki, biz Kur’an’a bugünkü kafa yapısıyla ve sistemle bakarsak anlayamayız.
Çünkü Risale-i Nur multi disipliner bir eser. Hem dünya, hem ahiret, hem biyoloji, hem kimya, hem felsefe, hem usuluddin, hem ilmi kelam hepsi bir cümlenin içinde veya bir paragrafın içinde mevcut. Biz sadece Usuluddin okumuşuz, biz sadece ilmikelam okumuşuz, biz sadece mühendislik okumuşuz o zaman nasıl anlayacaksın kardeşim. Kavramlara yabancısın, biz sadece derslerde kelimelerin lugati manalarını söylüyoruz Istılahi manalarına geldiği zaman işin içinden çıkılmaz. İş çok derin, Risale-i Nuru anlamak o kadar kolay değil biz anlıyoruz zannediyoruz. Çok derin çok çetin bir mesele, ben sana söyleyeyim mi? Hazreti Mevlana’nın Mesnevisinden daha derindir. Onu da söylemem gerekir.
Biz sadece hüsnü niyetle büyük bir ihlâsla büyük bir samimiyetle veya takatimiz kadar böyle bir şeye sahip çıkmışız. Böyle bir şeyin peşinden gitmişiz, böyle bir şeyi kabul etmişiz. Böyle bir şeyi kendimize mürşit saymışız. Okuyoruz istifade ediyoruz bizim münasebetimiz böyle bir münasebet. Bir bütünü kavramak ve bütünü kavradıktan sonra buradan elde edeceğimiz bilgileri bugünkü bilgi sistemine dönüştürmek öyle kolay bir iş değil.
Bunu ifade ederken çok ciddi bir şeyden bahsediyorum. Yani, yetiştirilmesi lazım, böyle bir şey yapmadan evvel bunun metodolojisini geliştirmek lazım. Ben bunun üzerinde kafa yoruyorum. Kur’ani bilginin analitik bilgiye dönkonver edilmesi lazım. Yani, bu petrolü rafine etmek gibi. Şöyle misal vereyim. Elektriğin vs.nin olmadığı bir zamanda Kuveyt, Bahreyn de yaşadığımızı düşünelim. Gece yıldızlar, gündüz güneş, çöl, vaha falan bahçeyi kazarken, kuyu kazarken, petrol çıkmış, “bu ne ki”, demeye kalmamış bunun yanıcı olduğunu keşfetmişiz, sonra “bu yandığına göre bunu aydınlatmada da kullanırız”, sonra demişiz “bu yandığına göre çorbayı da pişiririz” deyip ocakta kullanmışız, hadi biraz ileri gidelim şofbende kullanmışız. Banyoda kullanmışız. Bu kadar istifade ediyoruz petrolden Risale-i Nurdan istifademiz petrolden istifademize benziyor kandilde ocakta istifade edene benziyor. Petrol dediğin zaman rafineri düşün: petrol buradan girecek öte taraftan gaz, lpg, benzin, tiner, mazot, ondan sonra yağlar, gliserin vazelin gibi her türlü inceltilmiş, kalınlaştırılmış sanayi yağları, ondan sonra poliüretan vs. böylece yüzlerce ürün bir iki tane değil, bu tarafa bakıyorsun lastik, asfalt, zift çıkıyor. Binlerce ürün elde ediliyor. Bunun gibi.
(Devam edecek)