“Âfâk bütün hande, cihan başka cihandır;
Bayram ne kadar hoş, ne şetâretli zamandır!
Bayramda güler çehre-i mâ'sûm-i sabâvet,
Ümmîd çocuk sûret-i sâfında ıyandır
Her cebhede bir nûr-i mücerred lemeânda;
Her dîdede bir rûh demâdem cevelândır.
Âlâm-ı hayâtın iki kat büktüğü ecsâd
Feyzindeki te'sîr ile âsûde revandır.
Ferdâ-yı sükûn perveridir sâl-i cidâlin,
Nevmîd düşen kalbe ümîd-âver-i candır.
Heycâ-yi maîşetteki feryâd-ı mehîbin
Dünyâda biraz dindiği an varsa bu andır.
Subhunda bahârın şu sabâhat bulunur mu?
Bak çehre-i gabrâya: Nasıl şen, ne civandır!
Rahmetlik İslam şairi Mehmed Akif’in “Bayram” şiirini hatırlasam, çok kere sehven, “bayram” kelimesini “bahar” şeklinde okur kariham.
Şimdi düşünüyorum da “bahar” sehvimi o kadar da büyük görmemek gerek. Bahar da, baharlar da “mahlukatın bayramı” ya da “teşhirgahı” değil midir?
“Hem baharın herbir günü, herbir haftası, birer taife-i nebatâtın birer bayramı hükmünde olduğu için, herbir taifesi dahi kendi Sultanının o taifeye ihsan ettiği güzel hediyeleri teşhir için ona taktığı murassa nişanları birer resm-i geçit tarzında o Sultan-ı Ezelî'nin nazar-ı şuhud ve işhâdına arzettiğinden ve öyle bir vaziyet gösterdiğinden, bütün nebatât ve eşcar gûya "San'at-ı Rabbâniye murassaatını ve çiçek ve meyve denilen fıtrat-ı İlahiyenin nişanlarını takınız, çiçekler açınız" emr-i Rabbâniyeyi dinliyorlar ki, rûy-i zemin dahi gâyet muhteşem bir bayram gününde, şahane resm-i geçitte, sürmeli formaları ve murassa nişanları parlayan bir ordugâhı temsil ediyor.” (Sözler,55)
Böylesi “sehiv” anlarımda hep bir kadim dostu hatırlarım. Lise yıllarım, hem maddi, hem de manevi kültürümü teşkil eden Risale-i Nur’ları beraber mütelaa ettiğimiz dost, tenkit ettiği veya üzerinde düşündürtmek istediği meseleleri değişik telaffuz ederdi hep. Bir diğer dostumsa – şimdi uzman doktor- ona takılırdı bazen; “ Yahu amma egsantirik adamsın!” der, kast-ı mahsusla çehre takınırdı.
“Bir de ‘ Zerratı günahkarlardan müteşekkil bir hükumet tamamiyle masum olamaz” mı deniyordu bir eserde?”
Hatırlatmasının akabinde, müfrit fırka taassubunun değil bize, bir insana bile yakışmayacağı manasında sohbet ediyorduk. Bu ifadenin her türlü grup için değil, bir “siyasi iktidar” – Meşrutiyet hükumeti- için beyan buyurulduğu üzerinde hemfikirdik.
Odasında bulunduğumuz şahıs, bu beyanın her grubu içine aldığında musırdı. Ama eser ortadaydı kanaatımızca, eserin hangi devirde ve hangi meseleler karşısında telif edildiği malumdu.
Münazarat’ın “yayın” tarihi 1910 olsa da, aşiret reisleri- Hamidiye Alayları komutanları-muhitin meşayihleri ve alimlerine karşı fikirlerinimn serdedilme tarihi, 1909’un sonlarına rastlar. Divan-ı Harb-i Örfi’de idamla muhakeme edildikten ve beraattan sonra, Üstad Hazretleri (ra) , kendisini öldürmek isteyen bir iktidarın – meşruti manasını- yine müdafaa etmişti. Keşke eseri bütün ehl-i hal ve’l-akd okuyup incelese…
Hal böyle iken, ya bizim tavrımız? Bırakın bizi öldürmeyi, ufak bir incelemeden geçirene karşı bile cephe alıyor, mangalda kül bırakmıyorduk. Sadakat bu muydu, “Meslek-i Hakikat” saliki olmak böyle yapmayı mı iktiza ederdi?