Ne canı ne de şuuru olan taş, yıllarca bahçenin bir köşesinde toprağa yarı gömülü vaziyette, öylece durur.
Üzerine konan kargalardan, ara sıra yağan kar ve yağmurdan, yüzeyini yalayıp aşındıran rüzgardan başka görünürde geleni gideni yoktur. O kimseye gidemez, imkanı olanlar onu ziyarete gelir. Yalnızlığı, yetimsi bir yalnızlıktır. Kimseyle el ele tutuşamaz, kimseyle bağ kuramaz. Kendi dahil kimsenin farkında değildir. Bu varoluşun hüznüdür. Üzerine nakşolmuş ince sanat, taşın o kendine mahsus damarları, tabaka tabaka halinde işlenmiş güzelliği, yalnızlığın kederinde yosun tutar.
Bahçedeki ağaç, taşa nispeten bir adım öndedir. Kendisine bahşedilen var oluş imkanı yanında bir de hayatla, Zamanın Bedii'nin tarifiyle "bu kâinattan süzülmüş bir hulâsa" olan hayatla bir üst var oluş imkanına kavuşmuştur. Küçük bir tohumdan koca bir ağaca dönüşümünün serüveni vardır. Dört mevsim kılıktan kılığa gider. Kollarıyla havaya dokunur. Dalları rüzgarın elini tutar. Büyür, gelişir ve hayat sahibi varlıkların kaçınılmaz sonuna o da dûçar olur; ölür. Ama ne yazık ki o da üzerinde tecelli eden sanatın, kemalin, cemalin idrakinde değildir.
"Dandelion" isimli filmde kadın kocasına bağırır: Bu evde duvarlar, masa, tabaklar, her şey beni duydu, bir tek sen duymadın. Her ilişkinin iki tarafı vardır. Birinin anlayıp idrakine vardığı, diğerinin gözlerini kapadığı bir durumda ilişkiden bahsedemeyiz. Tek taraflı bir ilişki iki tarafı da memnun etmez. Bu o kadar dem ve damarlarımıza kadar işlemiştir ki, mesela bir kediyi sever, tüylerini okşarız. Kedinin sevildiğini fark etmesi aradaki bağlılığı kuvvetlendirir. Bundandır ki bizi hisseden varlıklara dokunuruz çoğunlukla. Bir taşa dokunmak bize çok da cazip gelmez örneğin. Çünkü diğerinden gelen cevapla ilişki inşa edilir. "Aaa bak," diye seslenir çocuk heyecanla annesine, "Kediye adını seslenince başını çevirip bakıyor. " Çocuk için kediyle kurduğu ilişki artık tek taraflı değildir, ilişkinin ikili doğası karşılık bulmuştur.
Anne babalar için çocuklarının büyüme safhasının en heyecanlı kısmı, bebeğin gülümsemesi, seslerin farkına varıp başını çevirmesi, tebessüme tebessümle karşılık vermesidir. Birine selam verdiğimizde selamımızı alması gönlümüzü okşar. Suratı asık bir yakınımız kadar bize eziyet eden kim vardır? Bir insana verilecek en büyük ceza ona sırtımızı dönüp yok saymaktır.
Velhasıl, ilişki dediğimiz hal iki yönlüdür ve iki tarafın idrakini gerektirir.
Bir ağacın ince dalının ucunda patlayan tomurcuk bir güzellik abidesidir. Üzerinde tecelli eden güzellik, düzen, intizam, kemal, cemalle alemi doldurur. Öylesine bir boşunalıkla da tecelli etmede değildirler, bir kast ve irade vardır. Tomurcuğun da kendine mahsus bir şuuru yoktur ama şuurlu bir nazarın üzerine dikilmesini beklemektedir. Şuuru olmamak yok olmaktan beterdir çünkü.
Şuur, varlıkların üzerine serpilmiş gün ışığına benzer. Zamanın Bedii, "Şuur ve his dahi, hayattan süzülmüş, hayatın bir hulâsasıdır," der. "Hayat, vücudun nurudur; şuur, hayatın ziyâsıdır." Varlık hayatla kemal bulup mükemmelliğe sıçrama yapıyorsa, şuur ile de varlık ve hayat güneşin ziyasıyla her varlığın aydınlandığı misali, aydınlanır, daha ileri bir varlık mertebesine sıçrar. O zaman kainattaki şuursuz varlıklara onlardaki yazıları okuyacak, mütalaa edecek, bunun dellallığını ve şahitliğini yapacak şuurlu varlıklar lazımdır ki varlıklar karanlıktan aydınlığa çıksın. Bu görevin başlıca insanların ve cinlerin olduğunu söyler Zamanın Bedii. Ancak insanın nazarıyla nezareti belki bahçesindeki taşta tecelli eden isimlerin şahitliğini yapabilmeye, taşın adına Mutlak Yaratıcı'sına onun vazifesini sunup onu temsil etmeye yeter. İnsan ve cinlerin nazarının ulaşamayacağı sınırsız sayıda varlık için ayrı bir varlık gerekir. İşte bunlar meleklerdir: "Bu nihayetsiz ve çok mütenevvi' olan şu vezâif ve ibâdete, nihayetsiz melâike envaları, ruhâniyât ecnâsları lâzımdır ki, şu mescid-i kebîr-i âlemi saflarıyla doldurup şenlendirsin."
Melekleri melek yapan özelliklerinden biri de şuur sahibi olmalarıdır. Bu şuurlu varlıkların bir kısmı, her varlığın başında, tıpkı biz insanlar gibi alem sarayını seyrederler. Onların bir nevi, varlıkların üzerine serpilmiş ziya gibidir. Her yaratılmışı bir kitap gibi mütalaa eder; O'nu her daim anışlarını temsil ederler. Böylece canlı cansız her varlık meleklerle sıkıcı ve boğucu bir yalnızlıktan kurtulur, onlarla alem şenlenir.
Baharı bir de bu açıdan tefekkür edebiliriz. Her ağacın, ağacın dallarının, dalların ucunda patlayan tomurcuğun başında binlerce meleğin bu muhteşem ana şahitlik ettiklerini, oradaki sonsuz yaratmak fiilini seyredip kendilerinden geçtiklerini ve her daim Mutlak Varlığı övdüklerini düşünmek ne güzel olur.
Bahara selam verirken, mesela bir ağaca, mesela bir taşa, mesela bir tomurcuğa, mesela eriyen karlara selam verirken onların şuurlu melekleri de selamımızı alıp karşılık verirler. Böylelikle, baharla birbirini bilen, farkında olan, ikili bir ilişki kurmuş oluruz. Bu da insan olmamızın en güzel yanlarından biri olsa gerektir.
Zaman