Geçtiğimiz sene çok yakından tanıdığım, kıymetli bir arkadaşım beklenmedik bir anda bir trafik kazasında eşini ve üç çocuğunu birden kaybetmişti.
Daha hayatlarının baharında olan üç tane tazecik fidan… Bu insanların yakınlarına baş sağlığı dilemek, onları teselli etmek gerçekten zor bir işti.
Durumunu öğrenmeme rağmen, ne söyleyeceğime bir türlü karar veremediğimden telefona her gidişimde ahizeyi kaldıramadan geri dönüyordum.
Ama bu kadim dostumu da aramaktan başka çarem yoktu. Numaraları çevirdikten sonra telefondan gelen her arama sesinde zihnim allak bullak oluyor, bu kadar büyük bir yıkımın ardından ne diyeceğimi bilemiyordum. Nihayet telefon çalınca kendimi tanıtıp ‘Allah rahmet eylesin, başınız sağ olsun’ diyebilmiştim. Karşıdaki ses her şeye rağmen mütevekkil bir ses tonuyla tevekkülün sarmalayan tesellisine sığınıyordu. Cümlelerinde şikâyetten, kahırdan eser yoktu.
Düşündüm, acaba en zor şartlarda bile bu insanların gülümsemesini sağlayan güç nedir? diye... Evet bu galiba polyannacılığın çok ötesinde bir şey olmalıydı.
''Gazapda bile mecazi bir muhabbet vardır'' bakışını, en çirkin de bile güzeli görebilme tarzını hangi fikir sağlayabilir? Kâinatı var edeni ve var oluşun gayesini bilemeyen, ''sonum yokluk olsa bu varlık niye?'' gibi ciddi soruların cevabını Kur’ân nuruyla bulamayan insan, kime ve nelere mahkum olur ki.?
Peki, ruhumuzu dengeleyen, onu ''mutmainne'' seviyesine getiren, en çekilmez şartlarda bile hikmet bakışını, huzur akışını sağlayan iç dinamiklerimiz nelerdir?
Ve bunlar olmadan nasıl yaşanır?
Yaratılma gayesine uygun olmayan işlerle ömür süren insanlar vardır. Bunlar da hayatlarını, güzelliklerle süslemek, zengin olmak, başarılı olmak, dünyayı gezmek, lüks arabalara binmek, bilinmeyen ülkelere gitmek gibi ve daha nice arayışlar ve hevesler içindedirler. Ama hedefini bulamayan insanlar ruhun içte ve dışta bitmek bilmeyen huzur arayışlarıyla hayatlarını sürdürüp giderler. Ancak Ahsen-i takvim olma sırrına erenler, yaratılışta gayenin ''kulluk'' olduğunu idrak eden ruhlar, bu ızdırap yüklü iniş ve çıkışlardan kurtulabilirler.
Anadolu insanımız dayanılması en zor hadiseler karşısında bile ''vardır bir hikmeti” düşüncesiyle bakışı, onun büyük irfanının, bilgeliğinin dışa yansımasıdır.
İnsan hep söylenildiği gibi bu dünyada bir yolcudur. Fakat yolcu gerçek menzilinin neresi olduğunu ve bu yolculuğa neden çıkarıldığını bilmezse, bir ömür boyu dünyayı gezse de, kıtaları aşsa da, hatta fezaya çıksa da, bu koca dünya onun için bir yabancı olmaktan öteye geçemez; ve yaşadığı her hadise karşısında kör düğüm olmaktan kurtulamaz.
Hani arı bal yapar da izah edemez. Balık suyun içinde, suyun kimyasından bihaber yaşar. Oysa insan, başta kendi varlığı olmak üzere her şeyi sorgular; niçinleriyle, nasıllarıyla hadiseleri izah etmeye, akıl anahtarıyla ruh dünyasındaki bu kelepçeleri çözmeye çalışır.
Hayata iman gözüyle baktığımızda, ancak varlıklar mana kazanıyor; hayatın gayesi ulvileşiyor. İnsanlar birbirinin düşmanı değil, gerçek dostu oluyor. İnancımızın kuvveti nisbetinde olay ve hadiselerin gerçek yüzünü görebiliyoruz.
Evet niyetlerimizin en basit bir nazarı bile ibadete çevirdiği gibi, hayata bakışımız da hayatımızın gam ve sıkıntıyla mı, yoksa huzur ve mutlulukla mı geçeceğinde belirleyici bir unsur oluyor. Hayata bakış açımız imanımızın kuvveti nisbetinde berraklaşıyor,
Ve yaradılışın gayesine ermiş olan insanlar ''Mevlâ görelim neyler neylerse güzel eyler'' mısrasının ışığını yansıtacaklardır.
Evet, insan paha biçilemeyecek değerde müstesna bir varlıktır. Fakat Allah varsa, varlığının bir manası vardır. Allah varsa, ahiret vardır; ahiret varsa bu hayat yaşanmaya değer. Öyleyse ahiret varsa insanında ağır bir mesuliyeti vardır.
Varlığımızın Allah'ın isimlerinin bir tecellisi olduğunu, dünyaya geliş gayemizin O'nu tanımak ve ibadet etmek olduğunu idrak eden insan bu geçici menzilimiz olan dünyadaki hiç bir hadiseden elem duymayacaktır.